2007 13 Mayıs-Ahmet Aslan-İstanbul
Ahmet Aslan: Askere gitmek istemiyorum*
Şiddet tekeline sahip olan bir devletin politik bir olgunluktan yoksun olması, halkların birbirine küstürülüp toplumun barış duygularının zayıflatılması, sosyal ve politik iradenin hiçe sayılması, özgür düşüncenin kısırlaştırılması, sınıfsal ve cinsel ayrımcılığın olması, kültür soykırımının yaşanması, çocukların ve aydınların katledilmesi vicdani retçiliğime neden olan ve askere gitmememi söyleten gerçeğin bir kısmıdır.
Aslına bakarsanız vicdani retçiliğim birçok neden bağlanmanın dışında benim hem mantıksal hem de duygusal yaşamımın bir sonucudur.
Tecrübesi oldukça yüksek militarist bir gelenekten gelen bu faşist diktatörlükte adaletin olmaması, on iki yaşındaki bir çocuğun muhalefetinden korkup onun bedenine on üç kurşun sığdırılması, Cizre’de Yeşilyurt köylülerine dışkı yedirilmesi, Diyarbakır’da simit satan, pamuk helva satan, boyacı çocukların uzun namlulu silahlarla öldürülmesi, dört yüzün üzerindeki rütbeli ve karışık askerin bir kadına tecavüz etmeleri, Şemdinli’de suçüstü yakalanan rütbeli askerlerin iyi çocuk olmaları, birazcık vicdanı olan yargıçların mesleklerinden men edilmeleri, Musa Anter’lerin, Mehmet Sincar’ların, Vedat Aydın’ların, Hrant Dink’lerin alçakça katledilmeleri, askeri mafyacılık, askeri derin devletçilik, askeri kişiliksizliğin bir sonucudur benim vicdani retçiliğim.
Ve en önemlisi kendi ismiyle lanse edilen JİTEM (Jandarma İstahbarat ve Terörle Mücadele Grup Komutanlığı) şahinler, güvercinler, karınlık güçler, kontrgerillalar ve korucular tarafından fiilen 1991’den beri özellikle Kürt halkı, anadili hatta halkın kendisi yok sayılıp sistematik bir şekilde öldürülerek, linç ve tehdit edilerek, köyleri yakılıp boşaltılıp dört milyon Kürt’ü toprağından zorla göz ettirerek bir kimlik ve kültür soykırım yaşatılmaktadır.
Sistematik bireysel ve bölgesel cinayetler son zamanlar da olduğu gibi daha önceden de bu tarz seri kıyımlar yaşanmıştır. Dersim katliamı, Çorum katliamı, Maraş katliamı, Sivas katliamı, Kızıldere, Cizre, Nusaybin, Şemdinli, Taksim, Ümraniye, Gazi ve birçok yerde, devletin kan kokusunu aldığı ve tattığı operasyonlardır.
Kan kokusu, militarizmin en büyük tutkusudur. Duygularımın böyle bir korkuya bağışıklık kazanmasını istemiyorum. Tiksindiğim bir şeyin artık günlük hayatımda normalmiş gibi görünmesini de arzu etmiyorum.
Devlet dediğimiz şey Uluslararası ilişkilerde samimiyetsizlikler üzerine kurulu bir yapıdır. Kimse 27 Mayıs’lı, 12 Mart’lı ve 12 Eylül’lü darbeci devletin bu tarz katliamlardan sonra dürüst olmasını beklemesin. Bu devletin özrü kabahatlerinden çok daha büyük olur. Siz onu kendinizden daha büyük görürseniz can çekişmelerimizin sonu olmayacaktır. Devletine terbiyeyi biraz da kendi halkı verir. Eğer halk bunu beceremezse uluslararası güçler kendi çıkarları doğrultusunda çok iyi bir şekilde terbiyeyi verir.
Hiçbir milli hassasiyet, gurur ve ödül, insan öldürmenin karşılığı olmamalıdır. İnsanlık onuru bu kadar hafife alınmamalıdır. Kendini ölmek ya da öldürmek üzerinden var etmemelidir. Belki de dünyada karşılığı olmayan tek şey insanın kasti bir şekilde öldürülmesidir. Ne vicdan bunun muhasebesini yapabilir, ne de bazı somut veriler. Bu durumu kin ve nefret bile karşılayamaz.
Vatanseverlik duygusuyla bir insanı öldürmek, aynı zamanda onun anne ve babasını, kardeşlerin, sevgilisini, aşkını, anılarını ve tüm sevenlerini öldürmek anlamına da gelir. Böyle bir vicdan azabını taşıyamam ben. Bu bir toplumsal cinayettir. Böyle kahramanca katil bir ruhum olamaz benim.
Çocuğu ya da kocası öldürülen bir annenin haklı sebepleri olmasına rağmen kin ve nefret duygusu içerisinde olması gerekirken anne, halen bir barış umudunu yüreğinde taşıyor ve kesin bir barışma için çığlık atıyorsa, yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği diyorsa kimsenin devletin onursuz milli arzuları için kan dökmeye hakkı yoktur. Ben bu yüzden askere gitmek istemiyorum.
Ne bu derin devlet ne darbe hastası askeriye ne de ay yıldızlı şoven sivil faşistler gibi basit milli hırslarım olmadığından öldüreceğim hiçbir insanım yok benim. Hele bir de bu memlekette yaşayan ezilmiş bir Kürt isen eli silahlı da olsa özgürlük mücadelesi veren insanıma kurşun atamam. Hiçbir Kürdün atmasını da istemem. Özgürlük mücadelesinin silahlı olup olmaması tartışılır belki. Ben tasvip etmiyorum silahlanmayı. Bu yönde farklı düşüncelerim olsaydı, sanırım şu an aranızda olmazdım. Bugün bu ülkede savaşmanın bir bedeli olduğu kadar barışmanın da bir bedeli varsa militarizmin çok ciddi bir şekilde irdelenmesi gerekir.
Her ne kadar bizler militarizme karşı olsak da bu görünen gerçeğin halkların bilinç ve dayanışma eksikliğinin bir eseri olduğunu unutmamalıyız. Kanımca bu bir eksik yoldaşlıktır. Devletin halkı değil de halkın devleti gereksizce büyük görme alışkanlığıdır. Yani militarizmin ebeveynleri insanoğlunun ta kendisidir. Hem erkeksidir, hem yok edicidir.
Militarizmin savaş tanrıcıkları cinsiyetçi olduğu gibi aynı zamanda sınıfçıdır. Özellikle çocuklarının cenazelerini milli bayraklar içinde tabutta bulan ailelerin genelde orta sınıfın altı, fakir, mazlum, işçi ve emekçi aileler olduğunu görmek zorundayız. Bu bir aşağılanmadır, ezilmedir, kullanılmadır ve sömürülmedir. Niye hiçbir milletvekilinin, bürokratın, zenginin, orta sınıfın milli cenazeleri olmaz. Madem ki bir savaş var, bir bölünme kaygısı var, ülke elden gidiyor diyorsunuz; buna rağmen kendi ailenizden, yakınınızdan, en uzak akrabanızdan bu savaşı esirgiyorsanız ve kurumsallaşmış kirli ilişkiler yoluyla gitmiyorsanız bu savaşa; aksine ezilen ailelerin duygularını, inançlarını ve gencecik çocuklarını bu savaşta kullanıyorsanız sizden daha onursuz vatanseverlerin olabileceğini düşünemiyorum. Sözde meşru savaş dediğiniz bu duruma, karşı olduğum milliyetçilerin hatta ulusalcıların bile tepki göstermesi gerekir. Aksi halde bu ironik duygusu görmek için gözleriniz yoksa, ağlamak için o gözlere daha çok ihtiyaç duyacağınızı boşuna söylememişlerdir.
Bir düşünürün dediği gibi: “Kurt korkusuyla sürüden ayrılamayan insanlar, sürü gibi doğup sürü gibi sürüne sürüne ölür ve bir sürü içinde yer almanın her zaman birlik ve beraberlik anlamına gelmediğini de bir türlü anlayamazlar.” ben böyle bir sürünün parçası olmak istemiyorum. Hele milli kurtların kurtçuklaştığı bir ortamda hiç olmak istemiyorum. Bu yüzden askere gitmiyorum.
Militarizm, insanların masumiyetlerini yitirdiği ortamlarda çok ciddi tekelci bir anlayıştır. Artık insanın elinden insancıklık tekelleşmeye başlamıştır. Militarizm şerbetiyle beslenen bu derin kurtlar, halkı edilginleştirerek toplumun iradesini kendilerine mahkum etmenin rantını yaşarlar.
Özellikle savaşta çocuğunu ve kocasını kaybeden Kürt ve Türk anneleri, barış bilinciyle bir arada olmalı ve kaybedecek bir evladı daha yoksa çocuklarını askere göndermemelidir. Varsın cezaevinde yatsın çocukları. Şunu bilsinler ki, annelerin cezaevi ziyaretleri çok uzun sürmeyecektir. Bu faşist düzen mecburdur değişmeye. Öbür türlü bu devlet ılıman bir siyaset izleyemezse kendini yaşatamaz ve tamamıyla yok olacağı bir gün an meselesidir.
Devletin, halkına olan bir sorumluluğu olduğu kadar bireylerin de toplumuna olan bir sorumluluğu olduğu kanısındayım. Bu yüzden daha önce toplumun kaygıları için siper olmuş Ulaş Bardakçı’dan Mahir Çayan’a, Yusuf Arslan’dan Deniz Gezmiş’e, Hüseyin İnan’dan İbrahim Kaypakkaya’ya, Kemal Pir’den Haki Karer’e, Mazlum Doğan’a, Beritan’a, Zilan’a, cezaevlerindeki onurlu tutsaklara ve sığdıramadığım birçok devrimci ve yurtsever yoldaşlarımın anısına toplumun kaygılarının giderilmesine biraz da olsa ortak olacağım için onur duyuyorum.
Fedakarlık istene bu olguların işlenmesinde bedeli ne olursa olsun kendi onurumuzun kölesi olmamış durumunda, halk öfkesini sivil darbelerle kurarsa militarizme, insanlık da kolektif bir duygu ve düşünce olan eylem tarzının karşılığını kolektif erdemliliklerle alacaktır.
*Vicdani reddini açıklayan Ahmet Aslan’ın basın açıklamasının tam metni…
Eko-Sosyalist Manifesto – Löwy
Bu sistem ekolojik krizi çözemez çünkü bunu yapmak birikimin önüne sınırlar koymayı gerektiriyor, bu da “Büyü ya da Yok Ol” kuralı üzerine kurulu bir sistem için kabul edilemez bir seçenek.
GİRİŞ
Bu ekososyalist manifesto fikri, 2001 yılının Eylül ayında Paris yakınlarındaki Vincennes’de ekoloji ve sosyalizm üzerine yapılan bir seminerde Joel Kovel ve Michael Löwy tarafından ortaya atıldı. Hepimiz şu paradoksunun kronik bir örneğinin sıkıntısını çekiyoruz: Eski düzenin gitmekte olduğu (ve uygarlığı beraberinde götürdüğü) ama yenisinin yerine gelmediği bir zamanda yaşıyoruz. Ama en azından bu ilan edilebilir. Üzerimize çöken en ağır gölge ne terör, ne çevrenin tahribatı ne de küresel resesyondur. En ağırı, kapitalist dünya düzenine olanaklı bir alternatifin olmadığını ileri süren içselleşmiş kaderciliktir. Ve biz de, şu andaki kaygı verici uzlaşmayı ve pasif kabullenmeyi kasıtlı olarak reddeden bir dilin bir örneğini kurmayı istedik.
Bununla birlikte bu manifesto, ekososyalizm henüz bir hayalet olmadığından ve herhangi bir somut parti ya da hareketin temelini oluşturmadığından, 1848’deki gözüpeklikten yoksun durumdadır. Bu manifesto yalnızca, mevcut krizi ve onu alt etmek için gerekli koşulları okumaya dayalı bir akıl yürütme hattıdır. Her şeyi bildiğimizi iddia etmiyoruz. Aksine, amacımız diyaloga, tartışmaya, düzeltmelere; her şeyden önce de bu düşüncenin nasıl daha iyi idrak edileceğine dair bir kavrayışa yol açmak. Küresel sermayenin kaotik dünyasında sayısız direniş noktası kendiliğinden ortaya çıkıyor. Yapıları gereği, bunların birçoğu içerik olarak ekososyalisttir. Bunlar nasıl bir araya getirilebilir? “Ekososyalist bir enternasyonal” tasavvur edebilir miyiz? Hayalet ortaya çıkarılabilir mi?
MANİFESTO
21. yüzyıl bir felaket belirtisi üzerinde açılıyor: Eşi benzeri görülmemiş bir ekolojik çöküş; ve gezegenin geniş bölgelerine (yani Orta Afrika, Ortadoğu, Güney Amerika’nın kuzeybatısı) kangren gibi yayılan ve tüm uluslarda yankısını bulan düşük yoğunluklu, parçalara ayırıcı savaş kümeleriyle ve terörle kuşatılmış kaotik bir dünya düzeni.
Bizce ekoloji krizleri ve toplumsal çöküntüler birbirleriyle yakından ilişkilidir ve aynı yapısal güçlerin değişik görünümleri olarak değerlendirilmelidir. Ekoloji krizleri büyük ölçüde, yeryüzünün ekolojik istikrarsızlığı zaptetme ve bu istikrarsızlığın etkilerini azaltma kapasitesini aşan dizginsiz sanayileşmeden kaynaklanıyor. Toplumsal çöküntüler ise, yolunun üzerinde duran toplumlarda sebep olduğu parçalayıcı etkilerle beraber emperyalizmin küreselleşme olarak bilinen biçiminden kaynaklanıyor. Üstelik bu temel güçler aslında aynı eğilimin değişik görünümleridir ve bunlar bütünü hareket ettiren esas dinamik olarak görülmelidir: Dünyadaki kapitalist sistemin yayılması.
Bu rejimin vahşiliğini örten hafifletmelerin ve propaganda amaçlı yumuşatmaların tümünü reddediyoruz: Sebep olunan ekolojik maliyetlere yeşil dostu gibi bir süs verilmesi, demokrasi ve insan hakları adı altında beşeri maliyetlerin gizlenmesi. Bunun yerine, sermayenin gerçekten ne yaptığını gören bir bakış açısından, ısrarla sermayeye odaklanmanın üzerinde duruyoruz.
Doğaya ve onun ekolojik dengesine dayanarak hareket ediyormuş gibi yapan rejim, kârlılığı sürekli genişletme zorunluluğuyla beraber, ekosistemleri dengeyi bozucu atıklarla karşı karşıya bırakıyor, organizmaların gelişmesini sağlamak için milyarlarca yıl boyunca evrim geçirmiş olan habitatları yok ediyor, kaynakları çarçur ediyor ve doğanın duyulara hitap eden canlığının yerine sermaye birikimi için gerekli olan kaba bir değiş tokuş edilebilirliği koyuyor.
Kendi kaderini tayin, topluluk ve anlamlı bir varoluş doğrultusundaki gereklilikleriyle beraber insanlık cephesinden baktığımızda, sermaye dünyadaki insanların çoğunu salt bir emek gücü deposuna çevirirken geriye kalanların büyük kısmını işe yaramayan baş belaları olarak bir kenara atar. Sermaye, tüketimcilik ve depolitizasyondan oluşan küresel kitle kültürü yoluyla, toplulukların bütünlüğünü ihlal etti ve bu bütünlüğün altını oydu. Servet ve güç eşitsizliklerini insanlık tarihinde görülmemiş bir düzeye getirdi. Yozlaşmış ve körü körüne itaat eden bağımlı devletler (buradaki yerel elitler bastırma görevini yürütürlerken ılımlı kimseleri bu eziyetten esirgediler) ağıyla yakın ilişki içinde hareket etti. Kapitalist merkeze itaati sağlamak amacıyla devasa bir askeri aygıtı beslerken, çevrenin özerkliğini ortadan kaldırmak ve onun borç batağına saplanmasına neden olmak için Batılı güçlerin ve süper güç ABD’nin kapsamlı gözetimi altında, bir ulusötesi örgütler ağını harekete geçirdi.
Mevcut kapitalist sistemin, yarattığı krizlerin üstesinden gelmek şöyle dursun, bunları düzenleyemeyeceğini düşünüyoruz. Bu sistem ekolojik krizi çözemez çünkü bunu yapmak birikimin önüne sınırlar koymayı gerektiriyor, bu da “Büyü ya da Yok Ol” kuralı üzerine kurulu bir sistem için kabul edilemez bir seçenek. Bu sistem terörün ve şiddete dayalı diğer isyan biçimlerinin yarattığı krizi de çözemez çünkü bunu yapmak imparatorluğun mantığını terk etmek anlamına gelir, bu da büyümeye ve imparatorluğun sürdürdüğü “yaşam biçiminin” tamamına kabul edilemez sınırlar koyar. Sistemin geriye kalan tek seçeneği kaba kuvvete başvurmaktır; bu yolla da yabancılaşmayı artırır ve daha fazla terör tohumu … ve daha fazla kontr-terörizm tohumu eker, böylece faşizmin yeni ve ölümcül bir çeşidine evrilir.
Kısacası kapitalist dünya sistemi tarihsel olarak iflas etmiştir. Sistem, alışması imkansız bir imparatorluğa dönüşmüştür ve onun aşırı büyüklüğü, altında yatan güçsüzlüğü ifşa etmektedir. Ekolojinin diliyle, son derece sürdürülemezdir ve temelden değiştirilmelidir, hatta, yaşamaya değer bir gelecek istiyorsak yerine yenisi konmalıdır.
Böylece, vaktiyle Rosa Luxemburg’un ortaya attığı yalın seçenek tekrar gündeme geliyor: Ya Sosyalizm Ya Barbarlık! Şu anda barbarlığın yüzü de, yaşanmakta olan yüzyılın damgasını taşıyor ve ekolojik felaketi, terör ve kontr-terörü ve bunların faşist yozlaşmalarını tasvip ediyor.
Ancak neden sosyalizm? Onun 20. yüzyıldaki yorumcularının kusurları yüzünden sözüm ona tarihin çöp tenekesine atılmış bu kelimeyi canlandırmak neden? Sadece şu sebepten: Ne kadar yenilgiye uğramış ve gerçekleştirilememiş olsa da, sosyalizm kavramı hâlâ sermayenin yerine geçmeyi temsil ediyor. Eğer sermaye yenilgiye uğratılacaksa (ki bu, uygarlığın kendini sürdürmesi için aciliyeti olan bir iş) netice ister istemez “sosyalist” olacaktır çünkü bu terim kapitalizm sonrası bir topluma geçişi belirtir. Eğer sermayenin kesin olarak sürdürülemez olduğunu ve yukarıda ana hatları çizilen barbarlığa dönüştüğünü söylüyorsak, o zaman sermayenin yol açtığı krizleri alt edebilecek bir “sosyalizm” inşa etmemiz gerektiğini de söylüyoruz demektir. Eğer geçmişteki sosyalizmler bunu başaramadıysa ve biz barbarca bir sona boyun eğmeye karşı çıkıyorsak, başarıya ulaşan bir sosyalizm için mücadele etmek bizim yükümlülüğümüzdür. Luxemburg o tarihî alternatifini dile getirdiğinden bu yana barbarlığın yüzyılımızı yansıtan bir biçimde değişmesi gibi, sosyalizmin adının ve gerçekliğinin de günümüz için uygun olması gerekir.
İşte bu sebeplerden dolayı sosyalizm yorumumuzu ekososyalizm olarak adlandırmayı tercih ediyoruz ve kendimizi bunun gerçekleştirilmesine adıyoruz.
NEDEN EKOSOSYALİZM?
Biz ekososyalizmi ekolojik kriz koşullarında, 20. yüzyıldaki “ilk dönem” sosyalizmlerin inkarı değil gerçekleştirilmesi olarak görüyoruz. Ekososyalizm ilk dönemdeki sosyalizmler gibi, sermayenin geçmiş emeğin somutlaşmış hali olduğu anlayışına dayanır ve kendisini bütün üreticilerin özgür gelişimine ya da başka bir deyişle, üreticilerin üretim araçlarından ayrılmasını tersine çevirmeye dayandırır. Mevcut kapitalist güçlerin beslediği düşmanlık koşullarında azgelişmişliğin çeşitli etkilerini özetlemek dışında, bu amacın ilk dönemdeki sosyalizm tarafından uygulanamadığını biliyoruz, bunun sebepleri de burada ele alınamayacak kadar karışık. Bu kritik durumun mevcut sosyalizmler üzerinde sayısız kötü etkisi oldu (en önemlisi, kapitalist üretimcilik doğrultusundaki bir rekabetle beraber içerideki demokrasinin reddi) ve nihai olarak bu toplumların çöküşüne ve doğal çevrelerinin tahrip olmasına yol açtı.
Ekososyalizm ilk dönemdeki sosyalizmin özgürleştirici amaçlarını sürdürür ve hem sosyal demokrasinin yumuşatılmış, reformist hedeflerini hem de sosyalizmin bürokratik biçimlerinin üretimci yapılarını reddeder. Bunun yerine, sosyalist üretimin yolunu ve amacını ekolojik bir çerçevede yeniden tanımlamanın üzerinde durur. Özellikle toplumun sürdürülebilirliği için hayati önemde olan “büyümenin sınırları” konusunda öyle yapar. Şaşırmamak gerekir ki, bunlar kıtlık, sıkıntı ve baskının dayatılması olarak karşılanıyor. Ancak amaç ihtiyaçların dönüşümü ve niceliksel boyuttan uzaklaşılarak niteliksel boyuta doğru keskin bir değişimdir. Meta üretiminin dilinden bu şu anlama gelir: Kullanım değerlerinin değerini değişim değerlerinin üzerinde belirlemek – doğrudan ekonomik faaliyeti temel alan ve geniş kapsamlı bir öneme sahip olan bir tasarı.
Ekolojik üretimin sosyalist koşullar altında yaygınlaştırılması mevcut krizlerin alt edilmesi için uygun bir zemin sağlayabilir. Özgür bir biçimde ortaklık kuran üreticilerden oluşan bir toplum kendi demokratikleşmesini sağlamakla yetinmez. Aynı zamanda tüm varlıkları özgürleştirmeyi ilke ve amaç olarak vurgular. Böylece emperyalist dürtüyü hem öznel hem de nesnel olarak yenilgiye uğratır. Böyle bir amacı gerçekleştirerek bütün egemenlik biçimlerini alt etmek için mücadele eder, özellikle de toplumsal cinsiyet ve ırk konusundakileri. Kökten dinci çarpıklıklara ve onların terör şeklindeki görünümlerine yol açan koşulların ötesine geçer. Doğayla, mevcut koşullar altında tasavvur edilemeyecek ölçüde bir ekolojik uyum içinde bir dünya toplumu öneriliyor. Bu eğilimlerin pratik bir sonucu, örneğin sanayi kapitalizminin ayrılmaz bir parçasını oluşturan fosil yakıtlara olan bağımlılığın yok edilmesi şeklinde ifade edilir. Ve bu daha sonra, petrol emperyalizminin boyunduruk altında tuttuğu toprakların serbest kalmasının maddi temelini oluştururken, ekolojik krizin diğer dertleriyle beraber küresel ısınmanın denetim altına alınmasını sağlayabilir.
Bu tavsiyeler şunları göz önünde bulundurmadan okunamaz: Birincisi, bunların ne kadar pratik ve kuramsal soru ortaya attıklarını; ve ikincisi ve daha cesaret kırıcı olanı, bunların dünyanın şimdiki görünüşünden ne kadar uzak olduklarını (zira mevcut düzen kurumların içine işlemiş ve bilinçlerde yer etmiş durumdadır). Herkesin derhal farkına varması gereken bu hususları ayrıntılarıyla incelememize gerek yok. Ancak bunların kendilerine özgü bakış açısıyla ele alınmaları gerektiği üzerinde ısrarla duracağız. Bizim tasarımız, ne bu yolda atılan her adımı sergilemek ne de sahip olduğu gücün üstünlüğünden dolayı düşmana boyun eğmektir. Tasarımız mevcut düzen için yeterli ve gerekli bir dönüşümün mantığını geliştirmek ve bu amaca yönelik ara adımları geliştirmeye başlamaktır. Bu imkanlar üzerine daha derinlemesine düşünmek ve aynı zamanda bizimle benzer kaygıları paylaşanlarla birlikte faaliyet yürütmeye başlamak için bunu yapıyoruz. Eğer bu savların bir değeri varsa, benzer düşüncelerin ve bu düşünceleri hayata geçirecek pratiklerin tüm dünya yüzeyindeki sayısız yerde birbirleriyle uyum içinde filizlenmesi gerekir. Ekososyalizm ya enternasyonal ve evrensel olacaktır ya da hiç olmayacaktır. Günümüzdeki krizler devrimci fırsatlar olarak görülebilir ve görülmelidir, bunları açığa vurmak ve yaşama geçirmek de bizim görevimizdir.