İtaat kültürü 11: Her Türk asker doğar
06 Kasım 2022
İtaatkar kişilik asker matrisiyle birleştiğinde facialar ihtimali da çoğalıyor.
“Asker matrisi” (Die Soldatenmatrix), psikanalist Robi Friedman’ın 2018 yılında geliştirdiği bir kavram; bir fenomeni anlatabilmek için kullanıyor. Mesela, “Barış süreci” olarak adlandırılan, Kürtlerle yaşanan sorunların çözülmesine yönelik çalışmalar yapıldığında itaatkar kişilikler birçok yerde iktidarın istekleri doğrultusunda barış güzellemeleri yaptılar; kuşkusuz barış güzel bir şey. Ama iktidarın bu süreci sonlandırmasından kısa bir süre sonra aynı insanlar savaşın güzelliğini, en azından kaçınılmazlığını anlatıyorlardı.
Dün söylediklerinin hiçbir hükmü yoktu. Çok tutarsız olan bu tutumda ama iktidara itaat konusunda büyük bir tutarlılık var. Barışı ya da savaşı inandıkları için değil, sadece itaat amaçlı savunuyorlar.
Friedman, insanların çok kısa zamanda askeri bir söyleme nasıl yöneldiklerini analiz ederken asker matrisinin burada belirgin olduğunu anlatır. Matris, S. H. Foulkes’ın (1992) grup terapisinde grup üyelerinin birbirleriyle dolaylı ve dolaysız ilişkilenme, etkileme ve etkilenmelerini tanımlamak için kullandığı bir terimdir. Friedman, bir toplumdaki kişilerin birbirleriyle askeri ilişkilenmelerini grup matrisi üzerinden anlatır. Bu ilişkilenmeyi, karşılıklı olarak birbirlerini askeri motive etmenin, savaşçı söylemin hızla yayılmasını analiz eder.
Bu matris kültüre yerleştiğinde, insanlar sanki kısa zamanda kimlik değiştirmişçesine postallarını giyip, yüzlerine savaş renkleri sürebiliyorlar. Bu süreç başladığında duygulardan ve rasyonaliteden uzaklaşılıyor.
İnsanlar “Tek vücut, tek yürek!” oluyor, bireysel olanı en aza indirgiyorlar.
Führerle, başbuğla ve reisle özdeşleşerek aralarında başka insanların olma ihtimalini de yok ediyorlar. Burada artık kitle psikolojisi aktif hale geliyor. Mantığın dışında bir yer, duyguların olmadığı bir yer… Herkes gruba dahil olma ve grubun dışında kalmama derdine düşüyor; grubun dışında olmak, dışlanmak ve sosyal ilişkilerin bitmesi (hain, vatan haini ve terörist olarak yaftalanmak) anlamına geldiğinden, korku da yaratıyor.
Asker matrisi Türk olmanın ön koşulu. “Her Türk asker doğar” söylemi Türk aidiyetinin çerçevesini çiziyor. Size sunulan bir tehlike varsa (çünkü savaş, vatan tehlikede olduğunda gereklidir) ve iktidar/komutan/reis vatanın elden gidiyor olduğunu söylerse, her Türk asker olup savaşa gitmek zorundadır. Bu Türk olmanın ön kabulüdür.
Bu matris sadece söylemle de kalmaz; Türklük mitolojiler, kahramanlık öyküleri ve marşlar üzerinden bilince kazınır ve bilinç ötesine işlenir. “Her Türk asker doğar” sloganı toplumdaki farklılıkları da ortadan kaldırır. Kadın-erkek, asker-komutan, zengin-yoksul gibi. Bu imajiner/kurgusal eşitleme pozitif bir duygu da yaratır. Askerlik ayrıca kutsalın onayını da alır: Asker ocağı “Peygamber ocağı”dır. Her Müslüman-Türk, askerlik üzerinden peygamberine ve kutsala yakınlık yaşar. Ayrıca savaşmak, gazi ya da şehit olmak suretiyle Tanrı’nın en sevdiği kul olma mertebesine ulaşmakla onore edilir…
Bu kimliğin tarihsel dokusunda da askeri matris vardır. Cumhuriyeti kuranlar askerlerdir. Kuruluş harcında bu matris mevcuttur. Daha sonda da askerler iktidarın bir parçası olmuşlardır.
Askerlik ayrıca erkek kimliğiyle de ilişkilidir. Erkek olmak, vatani görevini, yani askerliğini yapmakla mümkündür. Bunu yapmayanlar korkak ya da eksiktir; dolayısıyla tam erkek de sayılmazlar. Askeriyenin çok katı bir hiyerarşisinin olması, itaatin ön koşul olarak dayatılması, üstün verdiği emirlerin ast tarafından sorgulanamaması, yapay itaati daha da karmaşık ve tehlikeli hale dönüştürüyor. İşte bu matris ve itaat çok tehlikeli bir grup dinamiğini de içinde taşıyor. Emirlere uyan tek tip bir insan profili yetiştiriliyor ve ‘öteki’ düşman olarak işaret edildiğinde çok kısa zamanda kılıçlar çekilebiliyor ve tüm insani değerler kitlece rafa kaldırılabiliyor.
En son FETÖ olayında yaşadık: Aynı camide namaz kılan, iş ortağı olan, birçok ortak kültürel kodu olan insanların ‘öteki’ olduklarında yaşadıkları bu duruma örnektir. Sivas, Çorum, Maraş, komşularımız olan Ermeniler, din kardeşlerimiz olan Kürtler… Aniden “düşman” ve “terörist” olduklarında başlarına gelenler biraz da bu dinamiklerle ilgili galiba…
Tarihin tek taraflı ve kutuplaştırıcı, ‘biz ve düşmanlar’ söylemiyle öğretilmesi, dilin şiddet ve savaşçı hali ve bunun barış dönemlerinde bile barışçıl bir dile dönüştürülmemesi, mesela spor müsabakalarının savaşçı bir dille anlatılması ve bütün bunların dolaylı olarak insanları militarist yapmaya eğilimi…
Günlük hayatımız ve kültürümüz şiddete dayalı bir dili içeriyor, böylece de barış dönemlerinde bile savaşçı bir ruh halini ayakta tutuyoruz. Bu durum gündelik ilişkilerimize, hatta aşk ilişkilerimize dahi yansıyor. Düğmeye basıldığında, yani birileri savaş çığırtkanlığı yapmaya başladığında içimizdeki bu durum aktif hale geliyor. Terapilerde, travma anlatılarında bile “tetiklemek”ten, stres “yönetmek”ten, duygularımıza “hakim olmak”tan; aşk ilişkilerinde bile “asla taviz vermemek”ten, ezmekten ve kendimizi ezdirmemekten söz ediyoruz.
Çocukların okulun önünde sıra olması, belirli bir üniforma giymesi, yakın zamana kadar saçlarının kısa olması, Birinci Dünya Savaşı’nın izlerinin kültürümüzde hala devam ettiğini gösteriyor… Sevginin kavramları bile rekabetçi kapitalizme uygun ekonomik terimler içeriyor; ilişkiye “yatırım yapmak” ve ilişkiden “kazancının” ne olduğunu sormak gibi…
Kaynak: Artı Gerçek