13 Nisan Pazar günü, Militarizm/ Antimilitarizm üzerine bir dizi panel düzenlendi. Militarizmin siyasi, kültürel ve toplumsal boyutları, savaş politikaları, savaş karşıtlığı ve anti-militarizm, vicdani ret hakkı ve Türkiye’deki vicdani retçiler, TCK 318 (halkı askerlikten soğutma) gibi konuların mercek altına alındığı bu panellerde, benim de ‘ataerkillik ve militarizm’ üzerine kısa bir sunumum oldu. Şiddet türleri, ‘kadına’ ya da öteki’ne uygulanan şiddet, kadın cinayetleri, devlet ve şiddet ilişkisi, vicdani ret üzerine yazmayı hedeflediğim birkaç yazıya giriş olabilmesi adına, bu sunumdan cümleler aldım. (Notları için Gülsüm Ekinci’ye teşekkürlerimle…)
Bariz olanı anlatmak… En iyimser tahminle binlerce yıldır, yani bilinen tarihimizin, kan ve acıyla dolu, görkemli tarihimizin en başından beri, bizi biçimlendiren, yarattığımız her kurumun ve ilişki tarzının harcındaki ataerkilliği birkaç dakikada özetlemek… Bariz olanın ne denli derinlere kök saldığını anlamaya, yaygın ve alışılmış olanın barizliğini gizleyen maskelerde, insanın kendi gözünden bile gizleyen maskelerde bir çatlak açmaya çalışmak… ‘Devlet’, ‘vatan’, ‘şeref’, ‘cesaret’ gibi kutsallığı kendinden menkul kavramların kalkanında, hala dokunulmazlığını koruyan ‘erkeklik’ kavramının neden ve nasıl oluşturulduğunun, nelere hizmet edip neleri meşrulaştırdığının izini sürmek…
‘Erkeklerin hata yapması alışılmadık bir durum değil. Erkek erkektir. Kadın erkek kavgası sonrası kadınlar tecavüze uğradıklarını söyler.’
Hindistan’da bir siyasetçinin sarf ettiği, tecavüzü meşrulaştıran bu cümleler elbette çok tepki çekti. Türkiye’de popüler bir figürün şu cümleleriyse, görebildiğim kadarıyla, erkekler dünyasının hınzırca gülümsemeleriyle karşılandı. ‘Yanına iki yaverini almış gidiyor, o nereye, biz oraya…’ Kadına uygulanan şiddet, uç boyutlara vardığında, cinayet ve tecavüz vb., elbette tepki gösterenlerin, erkekleri – ya da ‘erkekliği’ – öldürmedikleri, tecavüz filan etmedikleri sürece, ‘kadına’ karşı her türlü ‘etik duruştan’ muaf tutan bu anlayıştan, yani bariz olandan başlayalım.
Militarizm ve toplumsal cinsiyet… Kritik, iç içe geçmiş kavramlar… Militarizm, toplumsal cinsiyet rollerini belirginleştirerek ve bu roller arasında hiyerarşik ilişkiler kurarak vücut bulur. Erkeklik kavramıyla özdeşleştirilen ordu, siyasi ve toplumsal alanda da hükmeder, kaba kuvvetin, şiddetin meşrulaştırılmasına yol açar. ‘Kadın’ ve ‘erkek’ arasındaki, erkek egemen sistemin mümkün kıldığı tek ilişki biçimi, ezen-ezilen ilişkisi, diğer tüm ilişkileri de biçimlendirir. Şiddet, her zaman birebir silah yoluyla uygulanmasa da, aynı anlayışla, ‘erkek’ hakimiyetini artırmak ve kalıcı kılmak için uygulanır. Temelinde ayrımcılık olan başka ideolojilerle, ırkçılık gibi, beslenir ve onlara yol gösterir. Hayatın her alanına yayılarak, bir türlü kurtulamadığımız şiddet sarmallarını meydana getirir, gündelik hayatta tekrar tekrar içine düştüğümüz ‘etik çukurlar’ kazar bize. Baskıcılık, zorbalık, tektipleşme ve tektipleştirme, emir komuta zinciri, koşulsuz itaat alışkanlığı ve talebi… Tarih kitaplarındaki kahramanlık hikayelerinden, görkemli dizilere, sabah akşam söylenen marşlardan ‘en büyük asker bizim asker’ sloganlarına, asistanına hakaret eden hocadan mahkemede bacak bacak üstüne atanı azarlayan yargıca, eve geç gelmek, fazlaca konuşmak, istediğiyle istediği an birlikte olup istediği an ayrılmak gibi ‘suçlar’ işleyen kadına her türlü şiddeti mubah gören anlayıştan, ‘ne de olsa erkek erkektir’ cümlesine hep birden, toplu kabulle gülümsememize neden olan o çok acıklı ‘hayat derslerimize’, bizi ‘adam eden’ o hayat derslerine dek… Ataerkillik ve militarizmin iç içe geçmediği, içten içe zehirlemediği tek bir kurum, ilişki, birey, hikaye, hayat hikayesi vb bulmak mümkün mü, diye umutsuzca sormadan edemiyor insan. En iyimser tahminle, son birkaç bin yıldır… ‘Ben bir kadından doğmadım,’ diyen ve erkek egemenliğine bir tehdit olarak algılanan kadınlığın nasıl dize getirtileceğini bizzat erkeklere öğreten, demokrasinin doğduğu kente adını vermiş Athena’dan beri…