Kadınlar,savaş ve barış!
Kavramlar, kendimizi gerçekleştirme, var olma ve var etme mücadelemizde önemli bir yük taşırlar. “Demokrasi” gibi tarihi aşıp günümüze ulaşan kavramlar da vardır; teknolojik ilerleme, değişen toplumsal, siyasal ve ekonomik koşullar karşısında vazgeçtiklerimiz; vazgeçmeyip güncellediklerimiz ve hayatımıza yeni kattıklarımız da. Her ne kadar güncel sözlükte “Devletlerin aralarındaki ekonomik, siyasi vb anlaşmazlıklar nedeniyle siyasal ilişkilerini keserek birbirlerine karşı ordularıyla giriştikleri silahlı eylem” olarak tanımlanmış olsa da, savaşın tarih boyunca çeşitli tanımları olmuştur. “Siyaset kan dökülmeyen savaş, savaş ise kan dökülen siyasettir” der Mao Tsetung. Bu tanımıyla savaş, bir sorun alanına dair yürütülen siyasetin devamı olarak kabul edilmiştir. Amaç aynıdır; ancak kullanılan araç değişmiştir. Barış ise “Savaş halinde olmamak” olarak tanımlanır. Oysa ki barış, savaşın olmaması yanında, savaşın olmayacağı bir düzenin de adıdır. Kişilerin, tarafların ya da ülkelerin savaşmadan sorunları çözmeye karar vermesi halidir.
Kadın mücadelesi
Ulusal kurtuluş, din, inanç, milli güvenlik ya da terörle mücadele adına yürütülen ve meşrulaştırılan savaşlar beraberinde bu savaşlara karşı verilen mücadeleleri de getirmiştir. Şiddetin hakim olmasıyla, toplumsal ve ekonomik yaşamda; ve yine siyaset alanında zor da olsa bir şekilde var olmaya çalışan kadınlar, eğer örgütlülüklerini sağlayamamış iseler savaş kararının verilmesinde olduğu gibi barış mücadelesi içerisinde de -tıpkı silahsız, otoritesiz ve sermayesiz diğer toplumsal gruplar gibi- belirleyici olamamaktadırlar. Bu nedenle, bir yandan savaşı erkeklerin karar verdiği ve çatıştığı, kadınları ise genellikle savaşın pasif özneleri ve mağdurları olarak gören geleneksel, hakim anlayışa karşı mücadele etmek, diğer yandan da her koşulda örgütlülüklerini sağlamak ve mücadelenin parçası olma kararlılığını sürdürmek durumundadırlar.
Kadınlar, sadece kadın kimliğine sahip değillerdir. Farklı aidiyetleri bulunmakla birlikte farklı kimliklere de sahiptirler. Irkçı da olabilirler, milliyetçi ve feodal de. Bu nedenle kadınların barış mücadelesi, tartışmalara ve analizlere konu olduğu üzere, kadınların barışçıl doğası gereği verdiği bir mücadele değildir. Kaynağını militarizmden, milliyetçilikten, dincilikten ve cinsiyetçilikten alan işgal ve yok edişe karşı ortaya konan bir itiraz; feminist bir duruştur. Erkek-aktif-savaşçı, kadınpasif- barışçıl kabulüyle şekillenen ve mücadelenin değil mağduriyetin öncelendiği egemen anlayışı yerle yeksan eden bir eylem ve politik bir tercihtir bu.
Toplumun dinamiği
Evet! Kadınlar, barışın toplumsallaşmasının en etkili dinamiğidir. Ancak, barış süreçlerinde toplumsal kabulü sağlamak amacıyla, savaşın mağdurları olarak, erkek aklı ve eliyle öne çıkarılarak devreye konulan bir araçsallık, kadın kimliği ve iradesini yok sayması itibariyle eleştiriye muhtaçtır. Kadınlar, savaş süreçlerinde yaşadıkları zorluklar, bu zorluklar karşısında mücadele ederken edinmiş oldukları tecrübe ve bilinç ile hakikatin ortaya çıkması, adaletin sağlanması ve uzlaşma kültürünün oluşması için en etkili eylemlerin örgütlenmesinde misyon sahibi olarak, barış süreçlerinde belirleyici olabilmeli, bunun için örgütlenerek mücadeleyi sürdürmelidirler.
Örgütlenmek
Savaş ve çatışma süreçlerinin açığa çıkarmış olduğu toplumsal sonuçlar – can kayıpları, kitlesel zorunlu göç, kaybedilenler, tutsaklar, işkence ve kötü muamele- halkın örgütlülüğünü kaçınılmaz kılmaktadır. Savaş süreçlerinde ağır bedeller ödenerek sağlanan bu örgütlülükler eğer ayakta kalmayı başarabilmiş iseler barış süreçlerinde, sürecin toplumsallaşması açısından önemli bir rol üstlenebilirler. Ancak bu örgütlülüklerin bir parçası olan, “toplumsal cinsiyet rollerinin meşruiyetine dayanarak sağlanan örgütlülükler” açısından, verilen barış mücadelesinin savaşın zeminini güçlendirmesi ihtimalini de gözden kaçırmamak gerekir.
Kadın işgal alanı!
Savaş ve çatışma ortamında toplumun tüm bileşenleri zarar görür. Cılız da olsa ortaya konulan barış iradesi, toplumun hangi kesiminden gelirse gelsin bir zaaf olarak görülür ve barış aktivistleri gözaltı, tutuklama gibi yasal ve – çoğunlukla paramiliter güçler devreye konularak- yasal olmayan yöntemlerle etkisiz hale getirilmeye çalışılır. Sivillerin yaşam alanları işgal edilir, yaşam hakları ellerinden alınır. Kadınlar, bir mülk olarak görülür. Bedenleri tıpkı işgal edilen coğrafyaları gibi bir işgal alanıdır. “Kazanmak” üzerine kendisini motive eden militarist anlayış kadınlar için savaşın toplumsal değer yargıları göz önünde bulundurularak ayrıntılarıyla düşünülmüş özel bir biçimini uygular. Bu gerçeklik bir yana, kadınlar savaş süreçlerinde erkekle tanımlanan toplumsal cinsiyet rollerinin tamamını üstlenmek durumunda kalırlar. Bu nedenle kadınların çatışmalara aktif olarak katılıp katılmaması barış mücadelesinin bir parçası olmaları açısından belirleyici olmaktan çıkmaktadır. Savaş ve çatışma başladığı an kadınların mücadelesi de başlamaktadır.
Egemenlik ilişkileri
Kadın bakış açısının güçsüz, örgütlülüğünün zayıf olması, kadınların barış mücadelesine katılımı ve sonuç alıcılığını etkilemekle birlikte barış süreçlerinin feminist müdahaleye muhtaç olduğu tartışmasızdır. Yaşamın tüm alanlarında kendini gösteren egemenlik ilişkileri, açığa çıkan toplumsal iktidar biçimleri ve şiddet mekanizmaları kaynağını cinsiyet rejiminden alır. Eril bakış açısı aile içinden başlayarak tüm toplumsal mekanizmalara, kurumsal yapılara ve tabi ki alınan kararlara sirayet eder. Farklı zeminlerde açığa çıkıyor olsa da birbirini besler, eklemlenir ve iç içe geçer. Genel anlamda şiddetin bir sorun çözme yöntemi olarak meşru görülmesi ve kabul edilmesi bu yöntemi özel alanlarımıza taşır. Kadına yönelik şiddet oranlarında görülen artışın temel nedeni de budur.
Kadına yönelik şiddet
Aynı zamanda bir inşa süreci olan barış süreçlerinde, kadın kurtuluş ideolojisi, eril sistem tarafından kurumsallaştırılması amaçlanan milliyetçi, militarist ve cinsiyetçi politikalara karşı bir panzehir olarak etkili olabilir. Aslolan kadınların “Eşitlik” ve “Kadına Yönelik Şiddet” konusunda sağladıkları bütünlüklü duruş ve ortaya koydukları ortak iradeyi, milliyetçiliğe yenik düşmeden, “Militarizme” karşı da açığa çıkarabilmeleri ve koruyabilmeleridir. Kadınların çözüm ve barış süreçleri içerisinde yer almaları eşitlik ilkesi ile doğrudan bağlantılıdır. Çünkü kadınlar toplumun yarısını oluşturmaktadır. Onları etkileyen her konuya, alınan kararlar ve hazırlanan planlara dair söz söyleme hakları olmalı ve ilgili süreçlere eşit katılmaları sağlanmalıdır. Kadınların bu süreçlerin dışında kalması kapsayıcılık konusunu gündeme getirir ki, yapılan araştırmalar barış anlaşmalarının yüzde ellisinin daha sonra bir şekilde bozulduğunu, kapsayıcı barış süreçlerinin başarı şansının ise daha fazla olduğunu ve toplumda daha çok güven oluşturduğunu ortaya koymaktadır.
Uluslararası sözleşmeler
Kadın-erkek eşitliğinin sağlanması ve kadınların statülerinin güçlendirilmesini hedefleyen uluslararası hukuk normlarının varlığı bu açıdan oldukça önemlidir.1970 tarihli Kadınlara Karşı Her Türlü Ayırımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW), 1995 tarihli Pekin Deklerasyonu ve Eylem Platformu sözleşmesinin yanında “Kadın Hakları, Barış ve Güvenlik” konulu, silahlı çatışmaların kadınlar ve kız çocukları üzerindeki etkileri, kadınların barışın sağlanmasındaki rolü, çatışma çözüm ve barış süreçlerinin toplumsal cinsiyet boyutuna dikkat çeken; kadınların çatışmaların önlenmesi, yönetilmesi ve çözülmesi ile ilgili ulusal, bölgesel ve uluslararası kurum ve mekanizmalarda, tüm karar alma düzeylerinde daha fazla temsil edilmeleri amaçlayan BM’nin 1325 no’lu kararının da altını çizmek gerekir.
Kadın kurumları
BM Güvenlik Konseyi tarafından 2000 yılında oy birliği ile kabul edilen 1325 no’lu kararının yazılmasında, kadın hakları alanında çalışan sivil toplum örgütleri etkili olmuştur. Kadın sivil toplumunun BM’yi barış ve güvenlik alanındaki rollerinin tanınması için zorlamış olması, kararın en önemli özelliği olarak kabul edilmektedir. Ancak, önleme, katılım, koruma ve barışın inşası/iyileşme olarak dört ayağı olan bu karar üye ülkelere resmi bir sorumluluk getirmemektedir. Bunun için hükümetler tarafından bir Ulusal Eylem Planı hazırlanmış olması gerekmektedir. Türkiye her ne kadar BMGK 1325’in imzacılarından olsa da bu kararın uygulanması için halihazırda bir adım atmış ve eylem planı hazırlamış değildir. Oysa ki Türkiye’de kadın sivil toplum örgütlerinin toplumun farklı kesimlerini bir araya getirme, tartışma ve ortak çalışma yürütme deneyimi söz konusudur. Arkadaşıma Dokunma, Barış Anneleri, Vakit Geldi, Barış için Kadın Girişimi, Kadın Özgürlük Meclisi çalışmaları bu anlamda oldukça değerlidir.
Çok az ilerleme
Kararın kaleme alınmasının üzerinden 19 yıl geçmiş olmasına rağmen çalışmalar, kadınların ve kadın sorunlarının barış süreçlerine dahil edilmesinde çok az bir ilerleme olduğunu göstermektedir. 2012 yılında BM Genel Sekreteri Ban-Ki Moon’un “Kadınların barış görüşmelerindeki katılımı ve temsiliyetindeki yavaş ilerleme hususunda endişelerim devam etmekte, ayrıca kadınların ve kız çocuklarının haklarını geliştiren hükümlerin barış anlaşmalarına dahil edilmesi ve seçilmiş ve atanmış pozisyonlardaki kadın temsiliyetinin artırılması konularındaki yavaş değişim; süregelen ciddi koruma boşlukları ve kadınlar ile kız çocuklarının adalete erişebilmelerinin önündeki engeller ve kadın haklarının bazı alanlarda zayıflamasının işaretleri; kadınların güçlendirilmesi ve çatışma sonrası dönemlerde toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için tahsis edilen bütçelerin paylaşımındaki yavaş değişim konularındaki endişelerim devam etmekte” şeklindeki değerlendirmesi bu konuda bir özeleştiri olarak kabul edilmelidir.
Bizim elimizde
Kaldı ki, 2011 yılından bu yana bölgesel ve küresel aktörlerin devrede olduğu bir şiddet gerçeğine tanıklık ediyor, yaşıyoruz. Savaşların etnik ve dinsel niteliklerinin, üstün olma arzusu ve dünyadaki yeraltı ve yerüstü kaynaklarının paylaşımında savaşın bir yöntem olarak belirlendiği gerçeğini değiştirmediğini görüyoruz. Savaşların son bulması “Eşit olmak-Eşit paylaşmak” düşüncesinin yaygınlaşması ve kurumsallaşması ile mümkündür. Tüm eşitsizliklerin kaynağında kadın-erkek eşitsizliğinin yer aldığı düşüncesiyle; ilk, en yaygın ve en eski ayrımcılık olan cinsiyetçiliğin ve bunu açığa çıkaran erkek egemen sistemin son bulması bu noktada hayati bir öneme sahiptir. Mücadele arzusu ve kararlılığında olan kadınlar örgütlenerek en etkili barış mücadelesini ortaya koyacaklardır. Değiştirmek ve dönüştürmek bizim elimizde. Yolumuz açık olsun!
Kaynak: Yeni Yaşam