SERDAR DEĞİRMENCİOĞLU YANITLADI
Kamusal Alanlar Şehit İsimleriyle Çatışma Belleğine Çevriliyor
“Öl Dediler Öldüm” – Türkiye’de Şehitlik Mitleri adlı kitabı yeni yayımlanan Serdar M. Değirmencioğlu’yla şehitliğin “kutsallığını”, farklı kullanım alanlarını, devletin şehitlik söyleminin “çözüm sürecine” nasıl yansıdığını konuştuk.
Yüce Yöney İstanbul – BİA Haber Merkezi 12 Temmuz 2014, Cumartesi 00:00
Serdar M. Değirmencioğlu’nun hem derlediği hem de makaleleriyle katkıda bulunduğu “Öl Dediler Öldüm” – Türkiye’de Şehitlik Mitleri adlı çalışması bu ay kitapçıların raflarında yerini aldı.
Şehitlik kavramının hayatımıza yansımalarını konuştuğumuz Değirmencioğlu, 4-5 yaşındaki çocuklara “şehit” mizansenleri yaptırılıp çocuk parklarına “şehit” adları verilirken eğitim bilimcilerin sessiz kaldığına dikkat çekti, kitabın ilk hedefinin bu konudaki sessizliği delmek olduğunu söyledi.
Türkiye’deki çatışmanın izlerinin okul, sokak, cadde gibi kamusal alanlara kazınmaya devam edildiğini vurguladı ve çözüm sürecinde somut adımlar atılırsa bu caddelerin, okulların ne olacağını sordu.
Bir araştırma kurumu olarak üniversitelerde neden şehitlik konusunda çalışmalar yapılmıyor?
Birkaç nedeni olsa gerek. Bunların biri, bu konunun fazla duyarlı ve dokunulmaz görülmesi. Şehitlik bir yandan din, diğer yandan milliyetçilik, diğer yandan Osmanlı döneminden kalma “fetih zihniyeti” ve “asker millet” efsanesi gibi temeller üzerine dikilmiş, büyüdükçe büyüyen ve sorgulanamaz bir kutsal değere, bir dogmaya dönüştürülmüş. Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne devlet söyleminin içine yerleştirilmiş. Çok küçük yaşlardan insanların kafalarına yerleştirilen o korkunç mayınları tetikleyebilecek bir kutsal.
Böyle olunca birkaç fren birden devreye giriyor. Bunlardan bir bölümü kişisel çünkü üniversitelerdeki insanlar da bu ülkedeki ideolojik iklimde yetişmişler. Kendilerini bilim insanı olarak görüyorlar ama 23 Nisan törenleri sorgulandığında refleks tepki veriyorlar. Bayrak provokasyonu yapıldığında istenen tepkileri veriyorlar. Şehitlik ise oldukça geniş bir kitlenin kutsal bildiği bir kavram. Bilimin asıl işlevinin sorgulama olduğunu gözden kaçıranlara bu kavramın sorgulanması çok ters gelebiliyor.
Ama işin diğer yanı daha da önemli. Üniversitelerde kutsalların, dogmaların üzerine gidilmesi artık istenmiyor. Tam tersine üniversiteler, hem kamu üniversiteleri hem de özel üniversiteler, kutsallarının kutsandığı “Kutlu Doğum Haftası” törenlerinin yapıldığı yerlere dönüştürüldü. Diyanet İşleri yöneticileri “Kutlu Doğum” turnesi yapıp, üniversiteleri geziyorlar.
Değil devletin insanları ölüme göndermesi gibi konuları ele almak ve sorgulamak, tam tersine savaşçılığı kışkırtmak yaygın. Son yirmi yıl içerisinde üniversite senatoları adına yapılan basın açıklamalarını incelerseniz bunu görebilirsiniz. Kitapta “Bu Bir Cinnet” başlıklı bölümde yer alan cenaze törenini örnek vereyim. Törene Isparta’daki en üst düzey subay ve bürokratlar katılmış. Yetmemiş, milletvekilleri de katılmış. Yetmemiş, bir partinin genel başkanı da gelmiş. Asıl çarpıcı olan rektörün orada olması. Rektörün bu cenazede işi ne?
Açıklama tahminen şöyle: Ölen kişi, vatan-millet-din-bayrak adına, yani devlet adına öldü. Rektörün sadakati bilime veya insanlığa değil, devletedir. O zaman törene gitmesi gerekir. Bu anlayış cenaze törenleri ile de sınırlı değil. Büyük kentler dışındaki üniversitelerde rektörler iftar yemekleri, bayramlaşma törenleri düzenliyorlar veya bunlara katılıyorlar. Çok taze iki örnek vereyim: Hacı Bektaş Veli Üniversitesi rektörü şehit ve gazi aileleri için verilen iftar yemeğine katılmış. Afyon Kocatepe Üniversitesi rektörü ise bizzat şehit aileleri, gaziler ve yakınlarına yönelik yemek düzenlemiş. Başka örnekler de var, uzatmayayım.
Son olarak sosyal bilimlere ve eğitim bilimlerine bakmakta yarar var. Bu alanlarda birçok konuda sessizlik var ve bu sessizlik yayılıyor. Bu sessizliğin eğitim bilimlerinde ülke çapında çok güçlü olduğunu 2008’de “3 Saat: Bir ÖSS Belgeseli” ile görmüştüm. Üniversiteye giriş sınavını bir kabus, kitlesel bir sorun, senelerdir yineleniyor ama eğitimle ilgilenenler sınavı sorgulamaktan kaçınıyordu. Tam o yıllarda şehitlik üzerine yapılan çalışmaları arıyordum, yok denecek denli azdı. Sık sık manşetlere, televizyon ekranlarına taşınan ve müthiş bir propaganda aracı olan şehit cenazelerine bakan ama onları görmezden gelen bir sosyal bilim nasıl olabilir? Daha 4-5 yaşındaki çocuklara “şehit” mizansenleri yaptırılırken, ilkokullara çocuk parklarına “şehit” adları verilirken eğitim bilimciler nasıl sessiz kalabilir? Kitap bu gibi örneklerle dolu. Kitabın ilk hedefi bu konudaki sessizliği delmek.
Şehitlik kavramı özellikle basın tarafından artık klasik anlamının dışında da birçok alanda kullanılıyor. Mesela madenlerdeki iş cinayetlerinin ardından hayatını kaybedenler de “maden şehitleri” olarak anılıyor. Bu eğilimin nedenleri hakkında ne söylenebilir?
Bunun kaynağında da “Öl Dediler Öldüm” var. Ölümün yüceltilmesi birilerinin ölüme gönderilmesini kolaylaştırıyor, haklı çıkartıyor, hatta ölüme gönderilen kişinin bir onur kaynağına dönüştürülmesini sağlıyor. Padişahın binlerce kilometre ötede başlattığı anlamsız bir savaşa gönderilen ve öldürülmesi neredeyse kaçınılmaz olan köylüleri veya İran-Irak Savaşı sırasında ölüme gönderilen gencecik askerleri düşünelim. Bu askerlere yüce bir ölüme gittikleri söylendi. Hatta İran’da ölüme gönderilen gencecik insanlara “cennetin anahtarı” dağıtıldı. Öldüklerinde yakınlarına onların “şehit” oldukları, cennete gittikleri ve onlarla gurur duyulması gerektiği söylendi. Sorunu örtmenin etkili bir yolu…
Sorguladığınız eğilim, bu aldatmacanın madenlere uygulanmasından ibaret. Soma’yı düşünelim. Patronların cepleri daha fazla dolsun diye işçiler doğru dürüst güvenlik önlemleri alınmadan kömür çıkarmaya gönderiliyor. Er ya da geç ölecekleri belli. Bu zaten “madencilerin kaderi” ama “kader kısmet” açıklaması ölenlerin yakınlarını yeterince aldatmıyor. O zaman “maden şehidi” kavramı devreye sokuluyor. “Ölüme gönderilen madenciler şehit oldu; üzülmeyin.” Babaları ölüme gönderilen çocuklar, “şehit babama” diye mektuplar yazdı. Bunlara medyada yer verildi. Oynanan oyun bu kadar açık. Bu oyunun kaynağı medya değil. Medya bu oyunun aracısı. Oyunu üretenler iktidarda olanlar, patronlar ve patronlara hizmet eden sarı sendikacılar.
Devletle çatışan örgütlerin ve/veya kendini devlete karşı konumlandıranların da kayıplarını anarken şehit ifadesini kullanmalarını “şehitlik mitinin” içinde nasıl değerlendirmek gerekir?
Mesele önemli ve başka bir kavram, örneğin cinsiyetçilik üzerinden ele almak işi kolaylaştırabilir. Başından sonuna her açıdan adaleti savunan, eşitliği baş tacı eden hareketlere yakından bakıldığında toplumun uzun süredir içinde bulunduğu sorunların izleri görülür. Cinsiyetçiliği zihinlerden, alışkanlıklardan, dilden ve pratikten temizlemek çok zordur. Bunun örneklerini Gezi Direnişi içerisinde gördük. Yanyana mücadele veren insanlar, birbirlerini inciten alışkanlıkları ve söylemleri olduğunu anlayarak bunlardan arınmaya başladılar, bunu için çalıştılar. Bir diğer örnek, yakın zamanda güçlenen eş başkanlık uygulaması. Bu belki de en görünür örnek.
Toplumun geçmişinde çok güçlü “şehitlik mitleri” varsa, bir kesimin kendi mücadelesi ile ilişkili olarak aynı kavrama başvurması şaşırtıcı olmayacaktır. Kitapta bunun İslamcı akımlarda nasıl işlendiği ele alınıyor. Benim görebildiğim kadarı ile “Madem ülkücülerin şehitleri var, bizim de olmalı” gibi bir eğilim beliriyor. Yani, “devletin ‘resmi’ şehitleri var, başkalarının şehitleri var, bizim de var!” gibi bir akıl yürütme.
Burada üzerinde durulması gereken mücadelenin yüceltilmesi ile ölümün yüceltilmesi arasında ayrım yapmak. Sosyalizm ölümü değil, yaşamı savunur. Ölümü insanın üstüne koymaz. Kızıldere Katliamı’nı düşünelim. Burada bir kıyım var. Gencecik insanlar, çok değerli insanlar, mücadele etmeye kendilerini adamış insanlar. Onların mücadelesi öldükleri için değil, değerli olduğu için önemli. Onların öldürülmesinden iktidarın kıyıcılığını, verilen mücadelenin neler pahasına gerçekleştiğini okumak yerine, yüce bir ölümü okumak söz konusu olabilir mi? Bu insanlar zaten ölümlerin önüne geçmek için yola çıkmamış mıydı?
Daha yakın örneği Gezi Direnişi sürecinde öldürülenler. Ali İsmail’i düşünelim. Onun her fotoğrafı bana müthiş acı veriyor. Ali İsmail yaşam dolu bir genç, en iyi olanakları, güzel bir dünyayı hak eden bir genç. Onun katilleri de, katillerini üreten rejim de korkunç. Ali İsmail’e “şehit” dememiz, ne ona, ne de onun için meydanlara yürüyenlere bir şey katar. Bu mücadele gençler, çocuklar, aslında kimse ölmesin diye…
Kitapta bu meseleye ışık tutan iki bölüm var. Bu bölümler bence mücadelenin yüceltilmesi ile ölümün yüceltilmesi arasında ayrım yapılması gerektiğini gösteriyor.
Türkiye’de devletin şehitlik söylemi ve buna paralel politikaları bugün “çözüm sürecine” nasıl yansıyabilir?
Bunu yanıtlamak zor. Kitapta da ele aldığım üzere, başbakan zaman geliyor “biz şehit cenazesi istemiyoruz” diyor, sonra “şehit haberi yapmayın” diyor, sonra da “biz şehit hikayeleri ile büyüdük” diyor. Çok gerekirse, “askerlik yan gelip yatma yeri değildir” diyebiliyor. Özetle, nerede durduğu belli değil. İşi bir kişinin ne söylediğine indirgemek istemem ama durum ortada, bir çeşit “tek adam” rejimi sürüyor. Önümüzdeki dönemde “şehitlik söylemi” geride kalabilir mi, kestirmek zor.
AKP döneminde bu konuda neler yapıldı, ona bakacak olursak pek umut yok. Kitapta bulunan bölümlerden yola çıkarak bakalım. Doğrudan başbakanlığa bağlı TOKİ’nin yaptırdığı nice ilköğretim okuluna “şehit” adı verildi. AKP yönetimindeki belediyelerde parklara bahçelere “şehit” adları verilmeye devam ediliyor. Güya bitirilmesi istenen bir çatışmanın izleri okullara, parklara, sokaklara, caddelere, yani kamusal alana kazınıyor. En kötü örneği, Sincan’da. “Şehit” adı verilen parklar saymakla bitmiyor. Hatta bir sivilin adı da başına “şehit” konulup bir liseye verilmiş. Çünkü bu genç Diyarbakır’daki bir bombalamada öldürüldü ve yakını bir AKP milletvekili. Diyelim ki, gelecek yıl somut çözüm adımları atıldı. Çatışma belleğine çevrilmiş bu caddeler, okullar vs. ne olacak?
Türkiye’de siyaset tepeden yapılıyor ama kitlelere yönelik propaganda, “hassas vatandaş” üretimine ara verilmiyor. Milyonlarca insan Çanakkale’ye götürüldü ve onlara “şehit mitleri” aşılandı, aşılanmış mitler güçlendirildi.
Kitapta kaba tahminler var. Son on yıl içerisinde Çanakkale’ye götürülenlerin sayısı nüfusun onda biri kadar. Bu seferberliğin, ya da “şehit turizmi” furyasının başını çeken AKP belediyeleri. Zeytinburnu, Fatih, Küçükçekmece gibi. Bu furya tümü ile kamu bütçesinden karşılandı. Çanakkale’deki etkinliklere bakıldığında “şehit vere vere zafer elde etmek” var, “gururlanmak” var, bol bol Mehmet Akif var; “Türk ve Müslüman” olmak var. Ama son yıllarda vurgu Müslüman olmak üzerinde. Çünkü Çanakkale şehitleri miti, “Türk ve Kürt kardeştir” için kullanılmak isteniyor. O kadar ki, Diyarbakır’dan Çanakkale’ye çocuklar götürüldü, gezdirildi, sonra geri dönüp başbakana mektuplar yazmaları sağlandı. Bu mektuplar basıldı, kitap olarak dağıtıldı; bizzat başbakan tarafından kürsüden okundu. Bütün bunlar incelendiğinde, çözüm için gerekli olan barış zihniyetinin izini görmek söz konusu değil. (YY)
*
Şehitlik kavramı ve yansımaları
Serdar M. Değirmencioğlu’nun derlediği “Öl Dediler Öldüm” – Türkiye’de Şehitlik Mitleri adlı kitap Türkiye’de her daim bir “kutsallık” atfedilen şehitliği merkeze alan bir kitap.
Konuyla ilgili geniş kapsamlı bu çalışmada şehitlik kavramının farklı dönemlerdeki ve farklı bağlamlardaki kullanımları çeşitli açılardan ele alınıyor.
Şehitlik söyleminin yeniden üretimi; edebiyatta, sanatta şehitliğin temsili; İslamcılıkta, Alevilikte ve radikal solda şehitlik kavramının yeri ve dönüşümleri…
Kitap psikologların şehit yakınlarıyla yüzleşmelerine dair izlenimler ve asker oğlunu kaybeden annelerin deneyimleri gibi noktalara da değiniyor.
Ayrıca kitlesel şehitlik turizminin oluşumu gibi daha önce pek incelenmemiş alanlara da yer veriyor.
Kitaptaki makaleler
* Bu Bir Cinnet: “Bizi de Askere Al Komutanım!” Serdar M. Değirmencioğlu
* Anlam Kaybının Telafisi ile Siyasî Konumlar Arasında: Türkiye’deki İslâmcılığın Şehitlik ve Şahitlik Anlayışları Üzerine Bir Tasvir Denemesi. Asım Öz
* Alevilikte Şehadet: Kerbela’dan Gezi’ye Hüseyin’in Tarih Dışına Taşan Nefesi. Besim Can Zırh
* Çanakkale İçinde Kurdular Beni: Şehit(lik) İmgesi Üzerinden Toplumsal Bedenin İnşası. Bekir Düzcan
* Turan Emeksiz: Bir Simgenin Doğuşu ve Yok Edilişi. Turgay Gülpınar
* Savaşları Yeniden Yazmak: Şehitler ve İktidarın Seçici Belleği. Sezai Ozan Zeybek
* Kurgunun Deşifresi: Şehitlik Söylemini Anlamak. Serdar M. Değirmencioğlu
* Ömer Seyfettin’den Bugüne Çocuk ve Gençlik Edebiyatında Şehitlik. Gülsüm Cengiz
* Tabutlara Sarılan Beyazperde. Çağdaş Günerbüyük ve Serdar M. Değirmencioğlu
* Militarizm ve Ölüm Kıskacında Törenler ve Drama Etkinlikleri: “Şehit Olacaksın İnşallah!” Bülent Sezgin
* “Ölüm” ve “Şehitlik” ile Yeniden Kurulan Hayatlar: Oğlunu Silahlı Çatışmada Kaybeden Asker Anneleri. Esra Gedik
Ek: Şükran K. / Bir “Şehit Annesi” Hikâyesi
* Radikal Sol Örgütlerde Şehitliğin İnşası. K. Eylem Özkaya Lasalle
* Kamusal Alanın Çatışma Belleğine Dönüştürülmesi. Serdar M. Değirmencioğlu
* Şehit Turizmi: Kitlelerin Çanakkale Seferberliği. Serdar M. Değirmencioğlu
* Buraya Henüz Merhamet Gelmedi. Can Gezgör
Ek: Şehidin Dua Metni
* Sivas Şehitler Anıtı ya da Sessizliğin Üç Hâli. Serdar M. Değirmencioğlu
Ek: Anıtlardaki Sesler. Rezak Küçükkaya
“Öl Dediler Öldüm” – Türkiye’de Şehitlik Mitleri, Der. Serdar M. Değirmencioğlu. İletişim Yayınları, Haziran 2014