Kıbrıs’a Sığınma Başvurusunda Bulunan Halil Savda Hikayesini Gazeddakıbrıs’a Anlattı:
“Silahlanıp Dağa Çıkamazdım”
4 Ekim 2017
Türkiye’de uzun yıllardır insan hakları ve barış mücadelesi veren, defalarca yargılanan, hapis yatan ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye’yi mahkum eden Vicdani Retçi Halil Savda, hakkında çıkartılan son yakalama kararının ardından Kıbrıs Cumhuriyeti’ne sığınma (iltica) başvurusunda bulundu.
Gazeddakıbrıs Editoryal Kolektifi olarak Lefkoşa’nın güneyinde bir araya geldiğimiz Vicdani Retçi Halil Savda’nın hakkında 2016’da Cizre’de yaşanan insanlık dışı olaylardan sonra yaptığı kısa bir açıklama gerekçe gösterilerek yakalama kararı çıkartıldı, evi basıldı. Savda Kıbrıs’ta bir yaşam kurma hedefiyle yaptığı sığınma başvurusuyla yeni bir mücadelenin henüz başında…
Savda ile gerçekleştirdiğimiz söyleşide 1990’ların karanlık Türkiye’sinden bugünün karanlık Türkiye’sine, Vicdani retçi olduğu için yıllarca yargılanmasına ve hapis yatmasına, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye’yi mahkum etmesine, Kürt sorununun “çözüm” sürecinden HDP milletvekilliği adaylığı sürecine, Kıbrıs’ın kuzeyinden güneyine geçişinden Kıbrıs Cumhuriyeti’ne yaptığı sığınma başvurusu sürecine ve Kıbrıs sorunundan Kıbrıs’taki vicdani ret mücadelesine kadar geniş bir değerlendirme bulacaksınız.
Bugünden itibaren 3 ayrı bölümde yayınlanacak söyleşinin ilk bölümü şöyle:
Merhaba sevgili Halil. Öncelikle Kıbrıs’a hoşgeldin. Bize Halil Savda’nın kim olduğunu anlatır mısın?
Halil Savda bir dönem şiddetle tanışmış, hatta toplumsal değişimde ve toplumsal problemlerin çözümünde şiddete inanmış ve bunun için de örgütlenmiş biriyken cezaevinde antimilitarismle okumalar üzerinden tanışmış, bundan sıyrılma çabasına girmiş… Şiddetle tanışırken ve şiddete inanırken şiddete uğramış, şiddetten kaçmaya çalışırken ve ondan arınmaya çalışırken de yine şiddete uğramış ama buna rağmen şiddetten sıyırlmak için ısrar etmeye çalışmış bir vicdani retçi, hak savunucusu… En azından bunun için çaba gösteren bir kişi.
Şiddetle nasıl tanıştın?
1990’lar Cizre, Kürdistan, özellikle Botan bölgesi dediğimiz bölgede devletin aslında çok da eski tarihlere giden, ta Cumhuriyet’in belki kuruluş yıllarına kadar giden, devletin ihmal ettiği, sömürdüğü ve güvenlik gücü üzerinden kendisini örgütlediği bir bölge ve orada önce Asuri ve Ermenilerden başlayarak büyük katliam yapmış, bu katliamları başardıktan sonra, Ermeni ve Suryanileri ezip onları bir şekilde yok ettikten sonra şiddetini Kürtlere yöneltmiş, Kürtlerin temel insan haklarını, tümünü gasp etmiş ve yok saymış bir bölge. Bütün bu şiddet sarmalında ben de 1974 doğumluyum ve 80’lerde ben çocukken askerlerin, özel harekatçıların, komandoların bölgedeki operasyonlarının tanığıyım, gördüm. Civar köylerden insanlar, bizim köyden insanlar silah toplama adı altında bizim okuduğumuz ilkokulu işkencehaneye çevirdiler ve bizim köylülerimizi, yani akrabalarımızı, babamı da dahil, orada kaba dayaktan geçirdiler, falakaya yatırdılar, askıya aldılar… Yine evimizin hemen önünde bir karakol vardı, oraya etraf köylerden birilerini getiriyorlardı mesela karakolun bahçesindeki ağaçlara bağlayıp dövdükleri oluyordu. Dolayısıyla bu hem bir tanıklık hem de mağduriyet yaratıyor. 90’larda zaten PKK’nın veya Kürt ulusal mücadelesinin başlamasıyla birlikte de bu sefer köy yakmaları yaşandı, işte Hizbullah dediğimiz paramiliter güçler Kürt yurtseverlerini katletmeye başladılar. Tanıdığım bir çok kişi de, mesela bizim köye yakın bir köyde, Lokman isimli bir genç, onu tanıyorum daha önce evlerine gitmişliğim vardı… Lokman, ailesinden 5 kişiyle birlikte paramiliter güçler tarafından bir gece katledildi. Daha sonra 1993’te ben gözaltına alındım. Ben de benzer işkencelere maruz kaldım…
Neden gözaltına aldılar?
PKK o bölgede örgütlüydü. Benim de ENRK (Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi) dediğimiz cephe çalışanlarıyla ilişkilerim vardı. Bir ihbar üzerine baskın yaptılar ve beni gözaltına aldılar. Cizre ve Şırnak merkezde yaklaşık 1 aya yakın gözaltında kaldım. Orada, 1980’lerde yapılan işkencelerin benzerini bana da uyguladılar. Ve bu tarihlerde ben henüz Kürt tarihini tam bilmiyordum. Az biliyordum. Yani işte bir “Kürtlük belası” var diyelim, ve bir Kürtlük duygusu var, devleti, askerini sevmiyorsun ama onun ötesinde Kürt tarihi, Kürtlük, Kürt Ulusal Mücadelesi gibi kavramlardan bihaberdik denilebilir. PKK’lıların köylere gelmeleriyle, bir şekilde evlerimize gelmeleriyle birlikte onlarla ilişkiler kurduk. Bunlar küçük yardımlardı. Bir notu bir yere götürmek, bildirilerini dağıtmak, bazen barınmalarını sağlamak gibi küçük küçük şeyler yaptım. Böyle bir ortamda göz altına alındım ve 3 yıl hapis yattım.
Aslında devletin şiddeti ve uyguladığı politikalar yüzünden PKK’yla tanıştın ve ilişki kurdun…
Tabiki… Çünkü sonuçta Kürtler, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana sömürü gördüler. Temel hakları gasp edildi. Bu bir şekilde sende bir muhalefet oluşturuyor. Ne kadar bilinçli olmasan da devlete karşı gelen bir refleksin gelişiyor. 90’larda köyler yakılmaya başlayınca bu daha da artıyor ve bu artınca bu sefer de devlete karşı mücadele eden, bunun için çaba gösteren insanlarla veya gruplarla daha yakın ilişki içerisine giriyorsun. Bir şekilde sempati duyuyorsun… Sempati duyunca ve devletin şiddetine karşılık bu sempati gelişince, yine devletin şiddetine maruz kalıyorsun… Ama yine de mesela hatırlıyorum bütün bunlara rağmen hiçbir zaman o yaşımda…
Kaç yaşındaydın?
Benim PKK’yle tanışmam 15-16 yaşında başladı. 18 yaşında da zaten gözaltına alındım. Ama hiçbir zaman elime silah alayım, dağa çıkayım gibi bir fikrim gelişmedi… PKK’ye yardım ve yataklıktan 3 yıl hapis yattım. Diyarbakır Cezaevin’de, bir süre Cizre’de, bir süre de Urfa’nın Akçakale ilçesinde hapis yattım. Sonra tahliye olunca askere gittim. 2 buçuk ay askerlik yaptıktan sonra gitmemeye karar verdim çünkü devlete karşısın, devletin zulmüne maruz kalıyorsun ama yine de devletle yaşayabilir miyim olasılığını düşünüyorsun… Yine de devlete karşı silahlanmak istemiyorsun… Zor yöntemlere başvurmak istemiyorsun ve bir şekilde deniyorsun. Ben devletle yapabilir miyim, gidip askerlik yapabilir miyim, normal sıradan bir yurttaş olarak yaşayabilir miyim diye deniyorsun ve bunu denedim. Gittim askerlik yaptım iki buçuk ay. İki buçuk ayın sonunda bunu yapamayacağımı gördüm. Ben acemi birliğini Manisa’da yaptım ve orada subaylar, yüzbaşılar, bölük komutanları, tabur komutanları falan hep oradaki gençlerin Kürdistan dağlarında PKK’ye karşı savaşacaklarını söylüyorlardı. Aslında PKK demiyorlardı, gidip Cudi’yi yeniden alacaklarını, Gabar’ı alacaklarını, oralara Türk bayrağını yeniden dikeceklerini, adate bütün bölge için, PKK’nin güçlü olup savaştığı bölgeler için sivil ayrımı yapmadan, sanki düşmandan bahsederiyorlarmış gibi bir algı, bir milliyetçi söylemden söz ediyoruz.
Bu senin için çok zor bir durum olmalı…
Elbette. Ben kalkıp silahlanıp dağa çıkamazdım. PKK’ye karşı savaşamazdım. Sevdiğim insanlara karşı savaşamazdım. Dolayısıyla ben iki buçuk ayın sonunda askere geri dönmedim ve Kürt hareketinin ENRK dediğimiz, sivil ama illegal, PKK’ye daha çok eleman kazandıran, onların mali yapısını güçlendiren, sivil alanda, Mersin ve Adana’da şehir örgütlenmesinde yer aldım. 1997’in sonunda yeniden yakalandım. Yine benzer işkenceler… PKK üyeliğinden ceza aldım ve 7 yıl hapis yattım. 2004’ün Kasım ayında tahliye oldum. 1998-99, 2000’li yıllar Kürt hareketinin kendi içinde mücadele stratejisi ve taktiği açısından tartıştığı bir dönemdi. Abdullah Öcalan 1999 yılında yakalanmıştı. Farklı ve daha değişik nasıl mücadele edebiliriz, daha etkin nasıl mücadele verebiliriz konusunda tartışmaların yaşandığı bir dönem aslında… 2000’li yılların başı benim de Tolstoy, Martin Luther, Gandi okuduğum, biraz sivil itaatsizlik okumaları yaptığım bir dönem…
Cezaevindesin…
Evet içerdeyim, hapisteyim… Okumaya daha çok zamanım vardı. Arkadaşlarla, cezaevindekilerle, birlikte yattığım arkadaşlarla tartışıyordum.
Kitapların cezaevine girmesi rahat mıydı?
Tabii rahattı… Problem olmuyordu. Ve en önemlisi bu dönemde kendimi düşünmeye başlıyorum. Yani 90’lı yılları düşünmeye başlıyorum… Şiddetin bir sarmal haline geldiğini görüyorum. Tam da o dönemler Filistin-İsrail sorununun da güncel olduğu bir dönem… Ve hep başa geliyorsun. Yani mesela PKK ile devlet arasında birkaç kez gayri resmi ateşkesler yapıldı. Fiilen ateşkesler ilan edildi ama ateşkesten sonra yine hep başa dönüldü ve bir süre sonra yeni bir ateşkes, yeni ve yine gizli yürütülen bir başka müzakere süreci.. Ama sonuçta yeniden bir savaş ve yeniden bir müzakere. Dolayısıyla bunun bir kısır döngü halini aldığını görmeye başlıyorum. Ve en önemlisi haber okuyorsun, mesela tramva geçiren asker haberlerini okuyorsun. Sadece tramva geçiren asker haberleri yok, savaşan gerillalar da ciddi tramvalar yaşıyorlar. Veya sivil insanlar daha büyük tramvalar yaşıyor. Bunu görüyorsun.. Bir de yaşadığım işkenceleri biliyorum. Dolayısıyla bu kısır döngü içinde şiddet örgütleyen veya silahlı mücadele yürüten Kürt hareketiyle birlikte mücadele etmenin benim fikirlerime uygun olmadığına karar verdim. 2004’ten itibaren sivil itaatsizlik biçiminde, şiddetsizlik ve insan hakları söylemi üzerinden bir çaba içinde olmaya karar verdim. Karar verdim ama cezaevindeydim, bunu uygulama şansım yoktu. 2004’te hapisten çıktığımda kelepçelenerek askere götürüldüm. Aslında devlet beni askere götürerek bir şekilde kendi vicdani ret mücadelemin önünü açmış oldu.
O güne kadar aslında bir asker kaçağıydın. Bir vicdani retçi değildin…
Hayır cezavindeydim zaten. Beni aldılar, götürdüler ben de askerlik yapmayacağımı söyledim. Vicdani reddimi de askeri kışlada açıkladım. Zaten o zamana kadar da kimseyi tanımıyordum. Bizim antimilitarist hareketten kimseyi tanımıyordum. Bir kaç haberden vicdani reddi biliyordum. Osman Murat Ülke’nin hikayesini çok az biliyorum o tarihte… Mehmet Bal’ın hikayesini, cezaevinde yaşadığı mağduriyeti biraz biliyordum. Vicdani retçilerin askerlik yapmak istemezken askeri elbise giymediğini biliyordum. Böyle bir kaç şey üzerinden biliyordum ve askere götürüldüm… Orada askerlik yapmacağımı, vicdani retçi olduğumu ifade ettim.
Peki tepkileri ne oldu? Ne yaptılar sana?
Yapmak zorundasın dediler. Kaba dayağa falan başvurmadılar, yapmak zorundasın dediler ben de yapmayacağımı ifade ettim. Bu sefer yeniden yargılanacağımı, hapse gireceğimi, çok uzun yıllar yeniden hapis yatacağımı söylediler, böyle tehdit ettiler… ben de bunlara rağmen uzun süre hapiste yatma pahasına olsa da bunu yapmayacağımı söyledim. Kimseye silahla karşı durmak istemediğimi ifade ettim. Onlar da hakkaten öyle yaptılar. Yargıladılar ve hapse attılar.
2004’te mi açıkladın vicdani reddini?
Evet 2004 yılında, Beşiktepe Askeri Kışlası’nda açıkladım.
Ardından yeniden tutuklanma…
Yeniden askeri cezaevine götürüldüm. Bir ay yattım. Bu süreçte babam ziyaretime geldi. Ben ona durumu anlattım. O gitti İstanbul İnsan Hakları Derneği’yle görüştü. Onlar vicdani retçi arkadaşlarla diyalog kurdular çünkü İstanbul İnsan Hakları Derneği’nde vicdani retçi bir arkadaşımız yönetimdeydi o tarihte. O antimilitarist vicdani retçi arkadaşlara ulaştı. Onlar da bir avukatla görüştüler. Ben cezaevindeyken bir avukat geldi benimle görüştü. Böyle diyalog kurdum. İlk kez Askeri Mahkeme’de gördüm vicdani retçi arkadaşları. Askeri Mahkeme’nin duruşma salonunda tanıştım onlarla. İlk duruşmada da zaten tahliye oldum. Ardından arkadaşlarla birlikte İstanbul’a gittik.
Ardından İstanbul’da yeni bir mücadeleye başladın…
Evet, İstanbul’da şiddetsiz yeni bir mücadele… İnsan Hakları Derneği’nde 2006-2007’de İstanbul Şube’de yönetim kurulu üyeliği yaptım yaklaşık 2 yıl… 2 yıl yapamadım çünkü 2006’nın sonunda vicdani retçi olduğum için yeniden yakalandım. O tarihte yargılama sürüyordu. Yargıtay cezayı bozmuştu. Ben de Çorlu Askeri Mahkemesi’ne avukat ve vicdani ret hareketinden arkadaşlarla birlikte ifadeye gitmiştim. 2006’nın Aralık ayıydı. Gittik orada ifade verdik. Orada yine tutuklandım. Askeri cezaevine götürüldüm. Bir süre kaldım sonra tahliye oldum. Tahliye olur olmaz yine kelepçeleyip askeri kışlaya götürdüler. Kışlada bir kaç gün kalıp sonra disiplin cezaevinde biraz kabadayak… Tek tip elbiseyi giymemi istediler. Bugün de Türkiye’de tek tip elbiseler halen aktüel. Askeri cezaevlerinin tümünde eskiden beri tek tip denilen bu uygulama var. Askeri nizam çerçevesinde askeri cezaevleri örgütleniyor. Hem disiplin cezaevleri hem de diğerleri.. Ben de bunu kabul etmeyince kabadayağa maruz kaldım ama yine de kabul etmedim ve tek tipleri giymedim. Bu kararlılığımı görünce bu sefer tek tip giydirmekten vazgeçtiler ama 2004’le 2008 arasında toplam 17 ay hapis yattım ve bu 17 ayın yarısını hücrede geçirdim. Askeri nizama göre sakal traşı olmadığım için, saç traşı olmadığım ve tek tipleri giymediğim için cezaevinde kaldığım sürenin büyük kısmı hücrede geçti. Ama yine de giymedim.
Ardından hukuki bir süreç başladı…
Evet, 2008’de bu sefer vicdani ret konusu, Mehmet Tarhan’ın tutuklanması üzerine bizim Türkiye’deki vicdani ret hareketinin ortak yaptığı kampanyalar neticesinde, bir uluslararası kampanyaya dönüştü. Benim yargılanmam ve tutuklanmam da Türkiye’de ve uluslararası alanda bir kampanyaya dönüştü. Bunlar tabi Türkiye’de hem askerliği gündem yaptı, askerlikten kaynaklı problemleri gündem yaptı hem de vicdani retti daha görünür kıldı. Uluslararası kurumlar mesela Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye’yi Osman Murat Ülke davasından 2005’te mahkum etti… Bizim davalarımız AİHM’e gitti…
Hangi noktada AİHM’e gittin?
2005 yılında başvurdum ben. Mehmet Tarhan daha sonra AİHM’e gitti. Diğer arkadaşlar Mehmet Bal, diğer vicdani retçi arkadaşlar AİHM’e gittiler… Dolayısıyla Osman Murat Ülke kararıyla birlikte Avrupa Konseyi Türkiye’ye vicdani ret hakkının kabulü için zaman zaman kimi görüşmelerinde bunu dile getirerek baskı yaptılar. Hatta vicdani reddi kabul etmemeleri durumunda bir dizi yaptırıma maruz kalabileceğini ifade ettiler. Bir de Türkiye’de bizim gözaltına alınmamız, yargılanmamız Af Örgütü gibi, Uluslararası Savaş Karşıtları örgütü gibi, BM gibi örgütlerin dikkatini çekti. Hatta BM İnsan Hakları Komitesi 2007 yılında benimle ilgili kararı var. Uluslararası Savaş Karşıtları örgütünün BM’ye yaptığı başvuru neticesinde benim hakkımda verdiği kararlar var. Çok açık bir şekilde Türkiye’nin uluslararası sözleşmelere uymadığını ve ihlal ettiğini ifade eden kararlar. Türkiye’yi imzaladığı sözleşmelere uymaya çağırdılar. BM Komisyonu’nun raporu 2007 tarihinde yayınlandı. Tabi bütün bunlar yaşanınca Türkiye’deki gençler arasında vicdani reddin popülaritesi arttı. Türkiye’de barış talebinin, antimilitarist hareketin kendisini vicdani ret üzerinden daha net ifade etmesi süreci başladı. Bunun önüne geçmek için, vicdani reddi görünür olmaktan uzaklaştırmak için bu sefer bizlere 2008’den itibaren, bana, Mehmet Bal’a ve diğer arkadaşlara çürük raporları vermeye başladılar.
Yani devletin bulduğu çözüm çürük raporu oldu…
Evet, devlet çözümü bunda buldu. Aslında biraz da çözümsüzlüğü. Hem susturma hem de vicdani reddi görünür olmaktan uzaklaştırmak amacıyla böyle bir şey yaptı çünkü bizim tutuklanmamız bir kısır döngü haline gelmişti. Bu kısır döngüden çıkışın tek yolunu böyle buldular. Çünkü bizim talebimiz olan vicdani red hakkını kabul etmeyi istemediler. Devlet bizim istediğimiz gibi çözmek istemedi…
Uluslararası alanda da rahatsız oldular…
Evet, uluslararası taahhütleri yerine getirmek istemediği için… ama bir yandan da bir kriz haline geliyordu, bir problem haline geliyordu. Bu krizden çıkış yolu olarak da çürük raporları vermeye başladılar. Bana da 2008’in ortasında çürük raporu verdiler.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne iki kez başvurdun, değil mi?
Biri vicdani retçi olduğum içim. 2005’te gittiğim, yukarıda bahsettiğim süreç. 17 ay hapis yattım ve bu süreçte hem psikolojik hem de fiziki işkenceye maruz kaldım. AİHM 2012’de karar verdi ve Türkiye’yi düşünce ve ifade özgürlüğünü ihlalden, kötü muameleden, adil yargılamamaktan mahkum etti. Ancak Türkiye daha önce benzer kararlarda olduğu gibi, Osman Murat Ülke, Mehmet Bal, Mehmet Tarhan davalarında ve benim davamda bu kararlar olmasına rağmen mevzuatını değiştirmedi. Mevzuatı olduğu gibi koruyor ve insanları hala zorla, baskıyla askere alıyor. Zorla ve baskıyla kamu hizmeti sunarken alternatif sunmuyor insanlara. Diyor ki sen gelip askerlik yapmak zorundasın. İkinci davam, 2006 yılında İsrail hükümeti Lübnan’ı kuşatarak saldırmıştı. O tarihte bazı İsrailli askerler Lübnan saldırısına katılmak istemediklerini ifade ettiler. Biz askeriz, kendi ülkemizi korumak için askerlik yapıyoruz, başka bir ülkenin topraklarına saldırıyı kabul etmiyoruz dediler ve bunun için karşı çıktılar. O zamanın İsrail hükümeti de bu insanları yargılamaya başlamıştı ve hapis tehdidiyle karşı karşıya kaldılar. Biz de Türkiyeli savaş karşıtları olarak İstanbul’da, İsrail Konsolosluğu önünde basın açıklaması yaparak İsrail’in vicdani retçilere karşı tutumunu kabul etmediğimizi ve Lübnan saldırısını kınadığımızı ifade ettik. İsrail’in vicdani retçiler üzerindeki baskısının sona ermesi gerektiğini söyledik. Son olarak da herkesi askerliği reddetmeye çağırdığımı ifade ettim. Bunun üzerine İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı hakkımda soruşturma başlattı, yargılandım ve halkı askerlikten soğuttuğum iddiasıyla 5 ay hapis cezası aldım. 2012’de Doğu Beyazıt’ta bir otelde uyurken, sabah vakti kapımı çaldılar ve beni hapse götürdüler. Yaklaşık 50 gün hapis yattım. Sonra çıkardıkları yasal bir düzenlemeyle denetimli serbestlik diye bir şey uydurdular, 100 gün yatmak gerekirken, 50 günün sonunda eve en yakın polis karakoluna gidip imza vermek koşuluyla bırakıldım ve o cezayı bitirdim. Bu süreci de AİHM’e taşıdım ve bu davadan da Türkiye mahkum oldu.
Yargılamalar ve mahkemlerle geçen bir hayat…
Evet, ben daha sonra halkı askerlikten soğutma iddiasıyla bir kaç sefer daha yargılandım. Birinde Ankara’da yapmış olduğum bir basın açıklaması nedeniyle 6 ay hapis yedim ama o cezanın geri bırakılması kanunu bağlamında geri bırakıldı. Yine Eskişehir’de yargılandım aynı iddiayla ama orda beraat ettim. Yine Türkiye’de 90’lardan bu yana yayın hayatını sürdüren savaşkarşıtları.org sitesi nedeniyle defalarca yargılandım, onlardan da beraat ettim. Ama halkı askerlikten soğutma maddesi halen varlığını sürdürüyor. Bundan dolayı yargılanan arkadaşlar var. Böyle tuhaf bir durum. Zaman zaman mahkemeler o günün şartlarına göre uluslararası mevzuata çok uygun kararlar veriyorlar, hatta AİHM kararlarına atıfta bulunup beraat kararı verebiliyorlar. Zaman zaman da AİHM kararları ve Türkiye’nin taraf olduğu bütün sözleşmeleri görmezden gelerek o günün şartlarında, o günün poliitik şartlarında ceza verebiliyorlar.
Peki ne oldu daha sonra? Devletin size verdiği çürük raporlarından sonra susmadınız, vicdani ret mücadelesine devam ettiniz. Bu adım mücadelenize yeni bir boyut getirdi mi?
Türkiye’de ben vicdani retçi olduğumda 60 civarında vicdani retçi vardı. Bugün 1000’in üzerinde vicdani retçi var. Vicdani retçi sayısı artmış durumda ve askerlik daha çok sorgulanır oldu. İnsanlar hakkaten bir çok genç, bir çok aile çocuğunu askere göndermek istemiyor. Sadece bugün değil geçmişte de bu böyleydi. Benim varoluşum sadece vicdani ret üzerinden değil, sadece devletin şiddetine maruz kaldığım için veya devletin şiddetine karşı çıktığım için değil, hayatın her alanında ciddi insan hakları ihlalleri yaşanıyor Türkiye’de. Bana çürük raporu verdiler ama bir çok arkadaşımız mesela Mehmet Tarhan hakkında bugün yakalama kararı var. 11 ay hapis yattı. Osman Murat Ülke devleti mahkum etmesine rağmen bugün askerlik problemi çözülmüş değil. Başka arkadaşlar da var. Mesela vicdani retçi olduğu için yargılanan, para cezasıyla karşı karşıya kalan veya zaman zaman yol kontrollerinde gözaltına alınan arkadaşlar var.
İnsan hakları ihlalleri devam ediyor…
Evet, Türkiye’de askerlik problemi veya zorunlu askerlik müessesesi sadece vicdani retçileri mağdur etmiyor. Aynı zamanda asker kaçakları veya bakaya olan onbinlerce genci mağdur ediyor. Mesela Türkiye’de asker kaçağı sayısının 1 milyona yaklaştığı dönemler oldu. Bedelli askerlik uygulamalarıyla bunu azaltmaya çalışıyorlar ama bugün de sanıyorum dört yüz binin üzerinde asker kaçağı veya bakaya durumunda olan insan var. Sadece asker kaçakları bu zorunlu askerlik müessesinden mağdur değil, aynı zamanda zorunlu askerlikten ötürü gençler 20 yaşlarında veya bir şekilde okul okuyanlar tecil ederek bunu, yani tam işe başlayacakları tarihte askere gitmek zorundalar. Bir şekilde 12 ayları devlet tarafından gasp ediliyor. Ve devlet bir şekilde hayatlarından bir yılını çalıyor. Devlet, bu insanlara zorunlu kamu hizmetini askerlik diye dayatırken alternatif hizmetler sunmuyor. Böyle olunca da çok ciddi insan hakları ihlalleri yaşanıyor.
Bundan ötürü hem askere alınan insanlar mağdur oluyor, hem aileleri mağdur oluyor ve çevreleri üzerinde ciddi bir şiddet duygusu gelişiyor. Dolayısıyla bütün bu ihlallerin sona ermesi için biz Türkiye’de vicdani ret hareketi ve antimilitarist hareket olarak bir kaç sefer zorunlu askerlik uygulamasının sona ermesi için kampanyalar yaptık. Vicdani ret hakkının tanınması için kampanyalar yaptık. Yine uzun yıllar 155 olarak bilinen, daha sonra 2005-2006’dan sonra 318 olarak kanunda yer alan halkı askerlikten soğutma suçundan, askerleri veya orduyu eleştirince insanlar yargılandı.
Sen de yargılananlar arasındasın, değil mi?
Evet, 318’den ben de yargılandım. Bu ilgili maddenin ortadan kalkması için mücadele ettik. “Öldürmeyi Reddetmek Suç Değildir, 318’e Hayır” isimli kampanyalar yaptık. Bugün aslında baktığınızda bütün bu maddeler halen varlığını sürdürüyor. Bugün de 318. madde olarak var. Biraz daha çerçevesini daralttılar daha sonra… 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra AKP’nin OHAL ve Kanun Hükmünde Kararnameler iktidarıyla birlikte bunu yeniden tedavüle sokmuş durumdalar. Vicdani retçiler üzerindeki baskılar arttı. Asker kaçakları üzerindeki baskılar arttı. Hatta belki de Türkiye’de ilk kez Savunma Bakanlığı tarafından bütün işyerlerine ve şirketlere, holdinglere yazılar gönderilerek asker kaçaklarını çalıştırmayın, çalıştırırsanız çeşitli hapis ve para cezaları veririz diye tehditler yapıldı. Dolayısıyle bugün baktığımızda aslında baskı ciddi olarak artmış durumda.
Özet olarak gitgide kötüleşen bir süreç var…
Kötüleşen bir süreç var ama buna rağmen Türkiye’de vicdani retçiler mücadele ediyor. Ben sadece bir vicdani retçi olarak değil, aynı zamanda bir insan hakları savunucusu olarak Kürtlerin maruz kaldığı hak ihlallerine karşı da mücadele ediyorum. Bir çok arkadaşımız benzer durumda. Yine mesela 2015’ten başlayarak Kürdistan’da devlet çok ciddi bir şiddet örgütlenmesi içinde…
İkinci bölümüyle yarın devam edecek…
Kaynak: Gazedda
**
Kıbrıs’a Sığınma Başvurusunda Bulunan Halil Savda Hikayesini Gazeddakıbrıs’a Anlattı-2:
“Bu Vahşet 1990’larda Yaşanmadı”
5 Ekim 2017
Türkiye’de uzun yıllardır insan hakları ve barış mücadelesi veren, defalarca yargılanan, hapis yatan ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye’yi mahkum eden Vicdani Retçi Halil Savda, hakkında çıkartılan son yakalama kararının ardından Kıbrıs Cumhuriyeti’ne sığınma (iltica) başvurusunda bulundu.
Gazeddakıbrıs Editoryal Kolektifi olarak Lefkoşa’nın güneyinde bir araya geldiğimiz Vicdani Retçi Halil Savda’yla gerçekleştirdiğimiz ve dün birinci bölümünü yayınladığımız söyleşi ikinci bölümüyle devam ediyor:
Yaşadıklarının ardından Halkların Demokratik Partisi (HDP)’nden 2015’te milletvekili adayı oldun. Bu kararı nasıl aldın?
2013’ten itibaren Türkiye’de bir çözüm süreci başlamıştı. 2013 Nevroz’undan başlayarak, Abdullah Öcalan’ın Diyarbakır Nevroz’undaki konuşmasıyla birlikte… Aslında süreç öncesine dayanıyor. Ondan önce görüşmeler Oslo’da başlamıştı. 2013’te “barış süreci” denilen durum resmiyet kazandı. Ve Kürt hareketi silahsızlanmayı tartışmaya başladı. Türkiye’de Kürt sorununun çözümü hususunda 2013 ile 2015 yılları arasında devlet PKK’yi, Öcalan’ı resmi muhatap aldı. Hatta bunun için heyetler oluşturuldu. Bu hepimizde, evet Kürt sorunu demokratik, barışçıl yöntemlerle çözülebilir inancı geliştirdi. Masada bunun çözülebileceğini gördük aslında. Çünkü o zamana kadar devlet zaman zaman, 1993’ten başlayarak PKK’yle gizli müzakereler yapsa da hiçbir zaman PKK’yi ve Öcalan’ı resmi ve açıktan muhatap almadı. Ama ilk kez 2013’ten başlayarak Öcalan’ı resmi muhatap aldılar, devletin heyetleri gitti, hatta bunun için Meclis’te kimi kanunlar çıktı. İmralı heyeti dediğimiz HDP’lilerden oluşan bir müzakere heyeti oluşturuldu. Öcalan’ın ve PKK’nin isteği doğrultusunda tutuklu 5 kişi Öcalan’ın yanına gönderildi. Dolayısıyla Kürt sorununun çözümü yönünde olumlu bir iklim vardı. Ve yıllardır Kürt siyaseti, legal demokratik siyaseti, seçim barajı nedeniyle bir türlü aldığı oy kadar Meclis’te temsil edilemedi. Zaman zaman bağımsız aday göstererek birkaç vekil Meclis’e sokabiliyorlardı. Onun ötesinde bir kaç sefer parti olarak girdiklerinde hep barajın altında kaldılar. 90’larda SHP ile yapılan ittifakı saymıyorum, onun dışındakileri söylüyorum… Meclis’te temsil edilememe ciddi bir mağduriyet yaratıyordu ve problemin Meclis’te güçlü bir şekilde temsili büyük bir eksiklikti. 2015 yılında yine devlet zaman zaman seçim barajını kaldırmak istediğini söylese de o barajı korudular ve 2015’te HDP üzerinden Kürt hareketi, sadece Kürt hareketi değil, Türkiye’deki sosyalist, muhalif bütün kesimler HDP ismiyle seçime girdiler. HDP Türkiye’deki bütün sosyalist ve muhalif kesimlerin Kürtler de içinde olmak üzere, hatta milletvekili adayı olarak Ermeni arkadaşlarımız da vardı, yine Süryani adaylar vardı, Arap kökenli adaylar vardı, dolayısıyla zengin bir temsil gücü oluşuyordu. Tam da bu tarihlerde HDP’nin barajı aşıp aşmayacağı çok kritikti. Ben de demokrasi ve temsil önündeki engelin aşılması için aday oldum. İstanbul’da adaylığım kabul edildi. 2 ay HDP ile çalıştım 2015 Haziran seçimlerinde ve İstanbul’da 9 vekil kazandık. Benim çalıştığım bölgede 5 vekil çıkardık. Türkiye genelinde de yüzde 13 gibi kimsenin beklemediği çok yüksek bir oyla HDP 80 milletvekiliyle Meclis’te temsil edildi. Türkiye’nin CHP’den sonra üçüncü büyük partisi oldu. Bu tüm toplumda olumlu karşılandı. HDP’nin barışçıl demokratik siyaseti, Türkiye’nin partisi söylemi, bütün problemlere sahip çıkma siyaseti ve çözüm sürecinde Öcalan ile PKK’nin barıştan yana tutumu insanlarda olumlu sonuçlar yarattı ve yüzde 13 oyla HDP Meclis’e taşınmış oldu.
Biliyoruz ki HDP projesi, bir proje olarak uzun bir zaman önce Abdullah Öcalan’ın tasarladığı, demokratik siyaset adı altında ve Kürt siyasetinin Türk muhaliflerle birleşerek yürümesi gerektiğini söylediği bir projeydi değil mi?
Tabikii.. Kürt hareketinin Demokratik Toplum Partisi (DTP) kurulurken de amacı Türkiye partisini Meclis’e taşımaktı.
Kürtlerin partisi değil bütün Türkiye’nin partisi…
Evet bütün muhaliflerin, ezilenlerin, Alevilerin, Hristiyanların, Arapların, Ermenlerin, Asurilerin, kadınların mecliste temsil edilmesi, problemlerin meclise taşınması üzerine kurgulandı. Ama DTP bu heyacanı toplumda yaratamamıştı. Ondan önceki partiler de bu heyecanı yaratamadılar. HDP böyle bir heyecanı yarattı toplumda. Devletin Öcalan’ı resmi muhatap kabul etmesi de bunda etkili oldu. Yine Türk medyasında o eski yasakçı uygulamaların aşılmasıyla da, bir şekilde HDP eş genel başkanlarına ve vekillerine kapıyı aralaması da, onları ekranlarında göstermesi de etkili oldu. Ve bu barış ikliminde insanlar bu projeye sahip çıktı. Devlet ve onun etrafındaki elit kesimler ne kadar milliyetçi ve şoven bir dalga gösterseler de topluma, toplumun büyük kısmı aslında devlet o pencereyi biraz araladığında, yani o milliyetçi ve şoven söylemden biraz vazgeçmeye başladığında veya toplumun kendi sesini, söylemini siyasete taşımanın önündeki engelleri biraz kaldırığında, nisbeten demokratik bir ortam oluştuğunda insanların aslında barış istediğini ve bu problemin çözülmesini istediğini gördük.
Bize biraz seçim dönemi çalışmalarından bahseder misin?
HDP’yle çalışırken girmediğimiz kapı kalmadı İstanbul’da. Kürdistan’daki savaşta askerken veya polisken çocuğunu kaybeden insanlarla tokalaştık mesela. Kimseden negatif bir tepki almadık. Herkes problemin barışçıl demokratik çözümünden yana olduğunu ifade ediyordu. Bunu İstanbul’da gördüm. İki, iki buçuk ay boyunca İstanbul’da yaklaşık 10 ilçede çalıştım. Herkes, Türkü de Kürdü de hatta MHP’lisi de, AKP’lisi de, CHP’lisi de herkes problemin çözümünde HDP’nin önemli bir rol oynadığını söylüyordu. İnsanlar oyunu vermeseler de, negatif algıdan kurtulup bizimle tokalaştılar, bizimle oturdular ve başarı dileklerini ilettiler. Bunu görmek güzeldi o tarihte ama daha sonra 2015 Temmuz’undan başlayarak aslında Suruç’ta DAİŞ’e bağlı canlı bir bombanın gençlere saldırısından başlayarak, Ankara’da barış buluşmasındaki canlı bomba eyleminden devam ederek, iktidar Türkiye’yi ciddi bir şiddet sarmalına sürükledi ve bu şiddet sarmalında HDP, 1 Kasım 2015 seçimlerinde biraz geriledi. Bu iklim bozuldu. AKP ve etrafındaki MİT, buna kimisinin Ergenekon dediği, kimisinin paralel devlet dediği, bu yapı 2015’ten itibaren çözüm sürecinin kendilerine yaramadığını ve iktidarlarının sorgulanır hale geldiğini gördüler. Çünkü o barış ikliminde bir sonraki seçimde HDP yüzde 25 oy alabilecek bir potansiyeli taşıyordu.
Kısaca AKP kendi gücünü kaybedeceğini anladığı andan itibaren süreç tersine döndü… Hepimiz hatırlıyoruz ki PKK’nın silah bırakma noktasına geldiği bir dönem yaşandı…
Aynen onu gördüler. Bir anda devlet çözüm sürecinin kendine yaramadığına karar verdi ve bozdular. Ama tabi burada genel fotoğrafın tümüne bakınca, 2013’te aslında bu sürecin, çözüm süreci dediğimiz sürecin başlamasının nedeni, iktidarın buna karar vermesinin esas nedeni, Suriye’de Esad iktidarına karşı bir mücadele başlamıştı. Uluslararası güçler, Amerika başını çekiyordu, Suriye’de bir rejim değişikliği istediler ve oradaki savaş ve fiili durumdan 2011’den itibaren Kürt hareketi, PYD üzerinden silahlı örgütlendi ve bir çok alana hakim oldular. Ve 2013’e geldiğimizde Suriye’de fiili bir güç haline geldiler. Bugünkü kadar güçlü olmasa da en azından birkaç bölgeye hakim olmaya başladılar. Koalisyon gücü dediğimiz, içinde Amerikan’ın, Avrupalı kimi ülkelerin olduğu, sonra Rusya’nın da dahil olduğu ve bölge uygulayıcısı olarak Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’ın da yer aldığı, koordine ettiği bu koalisyon gücünün içine bir şekilde PYD’yi de çekmek istediler. Aslında çözüm sürecinin başlama nedeni biraz da buydu. Yani Suriye’de Esad’a karşı savaşan islamcı El-Nusra gibi, o zaman daha DAİŞ güçlenmemişti en azından, buna karşı Kürt hareketini de bu koalisyonun içerisine çekip Esad iktidarını sona erdirmenin aracı haline getirmek istediler.
AKP bunu neden yapmak istedi?
Çünkü Suriye’de savaş başladıktan 5-6 ay sonra ABD Esad’ı devirmekten vazgeçti. Uluslararası güçler orada bir iktidar değişiminden çok bir kriz ortamında Suriye’nin mevcut durumunun devam etmesine karar verdiler. Araya Rusya girdi. Rusya’nın sahaya inmesi çok etkili oldu. Ancak Türkiye daha ilk günden bütün kartlarını Esad’ın devrilmesi için yatırdı ve Kürt hareketi bu koalisyonun içine girmeyip üçüncü bir alternatif yol önererek dedi ki, biz problemin dışardan bir müdahaleyle çözülmesine karşıyız, biz problemi kendi içimizde, Esad hükümetiyle gerekirse oturarak yani müzakere ederek çözmek istiyoruz. El-Nusra gibi örgütlere karşı mücadele ettiler. Bu tabi koalisyon güçlerinin hesaplarına uymadığından Kürt hareketini kendi yanlarına çekmeye çalıştılar. Kürt hareketi bunun içine girmediği için de Esad’a karşı Esad’ı deviren caydırıcı güç oluşturamadılar, o büyüklükte bir güç oluşturamadılar. 2013 çözüm süreciyle birlikte Kürt hareketini bunun içine çekmeye çaşlıştılar. Aslında AKP’nin temel amacı buydu. Kürt hareketini kendine yedekleyip bir şekilde paramiliter gücü haline getirmek istediler. 2015’e kadar da bunun olmayacağını anlayınca ve Türkiye de uluslararası alanda yalnızlaşmaya başlayınca bu sefer çözüm sürecini bitirmeye karar verdiler. Eski inkarcı ve baskıcı yöntemlerle problemi yok etmeye çalışan siyasete dönmeye çalıştılar.
90’ların o karanlık günlerini yaşamış bir insan olarak, bugün yaşananların 90’ları aratmayan şeyler olduğunu söyleyebiliriz miyiz?
Tabiki… Bir yanıyla 90’lar fakat 90’ları aşan bir yanı da var. 90’ları aşan yanı şu; 90’larda Cizre’de faili meçhul cinayetler yaşandı, mesela PKK’nın 1991-92’de Cizre merkezde yaklaşık bir haftaya yakın hakim olduğu, yani şehir merkezinde, silahlı gücüyle devleti sokmadığı ve zaman zaman bu süreçte devletle çatışmaların yaşandığı süreçler yaşandı. Şırnak merkezde benzer durumlar yaşandı. Ama devlet hiçbir zaman o tarihte obüs toplarıyla evleri bombalamadı. Tanklarla şehri kuşatmadı. Şehir savaşına girmedi devlet o tarihlerde ama 2015’ten itibaren, Aralık hatta Eylül ayından başlayarak Kürt şehirlerini kuşattılar. Tanklarla, obüslerle Kürt yerleşim bölgelerini bombaladılar. Sadece Cizre’de 14 Aralık 2015 ile 2 Mart 2016 tarihleri arasında 78 gün boyunca kimi kaynaklara göre 280, kimi kaynaklara göre 350’nin üzerinde insan öldürüldü. Bunların büyük kısmı sivil insanlardı. Cizre’nin yerlisi, Cizre’de yaşayan, Cizre’de siyaset yapan insanlardı. Hatta bodrumlar denilen, birbirine yakın 3 bordumda, yaklaşık bin-bin beş yüz metrekarelik bir alanda bulunuyorlardı. Ve orada, BM raporlarına göre de, 100’ün üzerinde insan diri diri yandı. Devlet tarafından yakıldı. Cizre’de binin üzerinde konut tahrip edildi ve bütün Cizre boşaldı. İnsanlar o 78 gün boyunca evlerinden çıkmak zorunda kaldılar. Çünkü devlet şu ev bu ev demeden, sivil silahlı insan demeden sokakta gördüğü herkese kurşun sıktı, top atışıyla hedef aldı… Mesela kucağında benim çocukluk arkadaşım, birlikte büyüdüğümüz Rukiye isimli bir arkadaşımın torunu hayatını kaybetti. Henüz 35 günlük torunu o sokağa çıkma yasağı sürecinde hayatını kaybetti. Bodrumlarda öldürülen bir çok kişiyi şahsen tanıyordum. O insanlar sivildi. Ya kent meclisi üyesiydi, ya legal demokratik partide parti meclisi üyesiydi, ya da kültür merkezinde sanat yapıyordu, müzik yapıyordu. Bu insanlar o bodrumlarda hayatlarını kaybettiler. Şırnak’ta benzer bir durum yaşandı, Nusaybin’de benzer bir durum yaşandı, Sur tarihi bir kent binlerce yıllık geçmişi olan bir kent. Sur’un o tarihi yapıları tahrip edildi. O yapıların bugün birçoğu yok. Yine Gever Yüksekova’da benzer tablolar var. İdil’de Silopi’de benzer tablolar var. Yani sokağa çıkma yasağı sürecinde, o şehirlerin içinde Sur, Nusaybin, Cizre, Şırnak binin üzerinde insan hayatını kaybetti.
Hem insanları katlettiler hem de o insanlara ait olan kültürü de ortadan kaldırdılar… Sen Cizre’de miydin?
Yaşam alanları kayboldu. Sokağa çıkma yasağının tümünde ben Cizre’deydim. Cizre’nin bir köyünde yaklaşık 15 dakika mesafede. Biz o top atışlarını izledik. Heronların Cizre’nin üzerinde 78 gün boyunca gezdiğini izledik. Askeri helikopterlerin gezdiğini izledik. Ve her gün silah sesleriyle uyandık. Her gece silah seslerini duyduk. Her gün sabahtan akşama kadar, hem de akşamdan sabaha kadar hep bu fotoğrafları gördük ve nasıl ki Suriye’deki savaştan insanlar kaçıp başka şehirlere gitmeye çalıştı, aynı şekilde Cizre’deki insanlar da kimisi arabasıyla kimisi yürüyerek hayatta kalabilmek için şehrini terk etmek zorunda kaldı, sokağını terk etmek zorunda kaldılar. Bütün bunları gördük. HDP milletvekilleri, bizler şehre girmeye çalıştık. Bu vahşetin yaşanmaması için özellikle bodrumlar gündem olmaya başladığında ve insanlar susuz kalmaya başladığında, artık bulundukları alanlar, bulundukları binalar tanklarla toplarla vurulmaya başlandığında biz şehre girmeye çalıştık, bir katliamın yaşanmaması için, önüne geçmek için. Kimseyi şehre sokmadılar. HDP’li milletvekillerini sokmadılar. Hatta 1 Kasım geçici seçim hükümetinde olan HDP’li iki bakanı da Cizre’ye sokmadılar. Dolayısıyla orada bir vahşete tanık olduk. Ve bu vahşet 1990’da yaşanmadı. 1990’lardan daha ağır bir tabloyla karşı karşıyayız. 90’larla benzer tarafı ise şu; o dönem de devlet pervasızdı ve gözaltına aldığı insanlara işkence yapıyordu, bugün de devlet çok pervasız ve insanlara işkence yapıyor. 90’larda mesela o zaman HEP’in milletvekilleri hapse atıldı. 2 Mart darbesiyle Orhan Doğan, Leyla Zana, Hatip Diçle hapse atıldı karga tulumba. Bugün de işte HDP eş genel başkanları hapiste. Böyle benzer yanları var. O tarihlerde her gün devlet operasyon yapıyordu dağlarda, şehirlerde… Toplu tutuklamalar yaşanıyordu… Bugün de benzer bir tablo var, benzer şeyler yapılıyor. O gün Kürt basını üzerinde ciddi baskılar vardı, bugün de var. Ama bugünün o günden farkı 90’larda sadece Kürt hareketi üzerinde ciddi baskı vardı. Sadece Kürdistan’da bunlar yaşanıyordu. Bugün ise Türkiye’nin her yerinde benzer tablolar var. Mesela muhalif, sol, demokratik basına da sansür uygulanıyor. Hükümeti ya da Erdoğan’ı eleştiren yazarlar, gazeteciler, tivit attığı için, facebook’ta yazdığı için veya bir köşe yazısında eleştirdiği için insanlar yargılanıyor. Sadece sosyalist muhalif kesimler değil, CHP’li veya işte Cumhriyet Gazetesi de benzer baskılardan nasibini alıyor bugün. Türkiye’de 1975’lerden itibaren devlet içinde örgütlenen, devletin örgütlediği ve devletin içinde ciddi yerlere gelen cemaat Fethullah Gülen cemaati de bugün iktidarın hedefinde. Ve onlar da bir dizi baskıya maruz kalıyor, yani devlet bugün kendisi dışında, yani iktidar olan cenah o MHP ve Ergenekon dediğimiz o çete örgütü kendileri dışındaki bütün muhalif kesimlere hatta MHP’den ayrılan milliyetçi kesimlere bile; yıllarca devleti besleyen, devleti örgütleyen, devletin örgütlenmesini sağlayan, devletin baskı aracı olan, devletin hatta bir dönem ideolojik dili haline gelen onu temsil eden cemaati, yine işte ta yüz yıldır devletin üzerinde yükseldiği Kemalistleri, Kemalist bir kısım insanı veya çeşitli grupları, bütün bunları hedef almış, karşısına almış durumda. Dolayısıyla bugünün 90’lardan bir farkı da bu. Devlet iktidar eliti dışındaki bütün muhaliflere bir şekilde baskı uyguluyor onlara yöneliyor. Bir farkı da belki de bu diyebiliriz.
Türkiye’nin durumunu bize anlattın… Bu yaşananların ardından Cizre’de bir açıklama yaptın. Ve bu açıklama sana karşı yeni bir hukuki sürecin başlamasına neden oldu. Neydi o açıklama?
Sokağa çıkma yasağının bittiği gün ben de Cizre’ye gittim. O tarihlerde 2 ay boyunca Türkiye’nin bir çok yerinden heyetler geldi, uluslararası heyetler geldi, ululararası savaş karşıtı bir heyeti izmir’deki ve İstanbul’daki savaş karşıtı arkadaşlarla birlikte örgütledik onlar geldiler, insan hakları örgütleri geldi. Cizre’de çok ciddi bir tahribat vardı. Hem yapılar tahrip olmuştu, hem 300 civarında insan ölmüştü, hem de Cizre’nin yüzde 80’i Cizre’yi terk etmişti. Ve bu insanlar dönüyordu. Polisler, askerler evlere girmişler, tahrip etmişler, böyle işte evlerin yatak odalarında yatmışlar, her yer çöplük adeta neredeyse girdikleri bütün evler çöplük haline getirilmiş, dükkanları marketleri yağmalamışlar, hatta elektronik cihazların olduğu yerlere giren özel kuvvetler oraları yağmalamış. Yani bütün bir şehir yağlamanmış durumdaydı. Yattıkları bütün evlerde pezervatifler vardı kullanılmış…
Yani hem insanları öldürdüler hem de hayatta kalanların onurunu hedef aldılar…
Aynen… insan onuruyla oynadıkları kötü bir tablo vardı Cizre’de, öyle diyeyim… Ciddi bir travma sözkonusuydu. İnsan hakları örgütleri, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, Cizre Belediyesi, yani bölge belediyelerinin tümü, GAP belediyeler birliği, Rojova Yardım Derneği, bunlar bu yaraların sarılması için çok çetin ve büyük bir çaba gösterdiler Cizre’de. Hem bir çok hasar gören evin onarımı, hem küçük küçük yardımlarla çaba gösteriyorlardı. Bir de bu travmadan çocuklar da ciddi etkilenmiş, aşılması için kimi çabalar vardı, kimi girişimler vardı Cizre’de. Gıda yardımı, evlerde tahrip edilmiş, yağmalanmış beyaz eşya yardımı için çaba gösteriyorlardı. Türkiye Mimar Mühendis Odası da gelmişti, mühendisler de vardı, bir de bu tahribatın tesbiti için de heyetler çalışıyordu. Bir yerden bunun tesbiti için devlet çaba gösteriyordu ama bunun daha adil tesbiti için sivil heyetler de vardı.
Kısacası oradaki insanlarla dayanışma çabası vardı
Evet.. Ben de bu heyetlerle geziyorum, çünkü bölgeyi biliyorum, bodrumları biliyorum. Gittik mesela daha ilk gün bodrumları gezdik Cizre Barosu’ndaki arkadaşlarla birlikte. İşte HDP’liler, milletvekilleri geldiler, başka diğer gruplar geldiler birlikte gittik bodrumları gördük. Aslında sıcağı sıcağına o katliamı gördük. Yakılan insan etlerinin kokusunu… Korkunç bir manzaraydı… Çocuklarını kaybeden insanlar orada, birçoğunun kimlik tesbiti yapılamamış, bunun tesbiti için çalışıyor, yani bir savaştan sonra bir şehrin görüntüsü diyelim buna. Böyle korkunç bir durum. Zaten 78 gün boyunca dışardan görüyorduk. Mehmet Tunç’un, Mehmet Yavuzer’in, bodrumda kalan insanların televizyonlardan canlı canlı görüntüsünü izledik. Biz hemen dibimizde patlayan bombaları, tankları izledik. Hemen sonraki gün de oradayız. Dolayısıyle bütün bu tablo yaşandı, Mart ayının ortaları, bir kamera, Cizre’nin yeniden inşası var belediyeler sivil toplum örgütleri birlikte organize etmeye çalışıyorlar, benden de buna dair görüş almak istediler. 5 dakikalık bir görüşme yaptım ve orada Cizre’deki tahribatı anlattım. Yeniden inşada sivil toplum örgütlerinin ne yapmak istediğini anlattım. Kısaca bu tabloyu anlatmaya çalıştım, bu tablonun çok ayrıntısını ya da tümünü değil. Bu tablodan bir fotoğraf çekmeye çalıştım o 5 dakikalık görüşmede. Ve bundan ötürü 2017 Mayıs’ında savcılık soruşturma başlattı ve Cizre’deki evime baskın yaptılar. Ben de o süreçte Kıbrıs’tayım. Evimi basma kararında şu iddia var; benim silahlı örgüt üyesi olduğum iddiasıyla, PKK’nın propogandasını yaptığım iddiasıyla gittiler benim evimi bastılar. Baskın sırasında ailem arama kararını görmek istiyor, göstermiyorlar. Göstermediler o gün…
Tutuklamak için evine baskın düzenlediler…
Evet, baskın kararında iki neden var. Biri benim evde bulunma ihtimalimden dolayı gözaltına almak için, ikinci neden de evde suç materyali bulabilir miyiz diye gidiyorlar. Bir kısım uluslararası af örgütü’nün halkı askerlikten soğutma suçlamasıyla ben yargılanırken hem 318’in kaldırılması için hem benim almış olduğum cezanın kaldırılması için başlattığı bir kampanya vardı 2011 tarihinde, o güna ait Amerika’dan, İsrail’den, Almanya’dan yani dünyanın bir çok ülkesinden gelen bir kısım mektuba el koydular. Uluslararası kurumların bana dair yaptıkları açıklamaların bir kısmına el koydular. Cezaevinde çektirdiğim fotoğraflara ve ailemin bana gönderdiği mektuplara el koydular. Beni bulamayınca gittiler ve beni almak için gelenler sonradan aradan bir kaç ay geçtikten sonra, tabi savcılığın benim hakkımda çıkardığı özel bir yakalama kararı olmadığı için, bu sefer 7 gün içinde Savcılığa gidip ifade vermemem durumunda tutuklanacağıma dair bir karar çıkartılar. Halbuki aslında 30 Mayıs’ta almışlar kararı. Yani 29 Mayıs’ta almışlar, 30 Mayıs’ta bunu uygulamak için gelmişler evime ama beni bulamadıkları için de o tarihlerde bir yazı yazılmasına bile gerek duymamışlar, aradan bir ay bir buçuk ay geçtikten sonra da bu sefer numaradan, sırf prosedürü yerine getirmek için bir de yakalama kararı çıkartmışlar.
Üçüncü ve son bölümüyle yarın devam edecek…
Kaynak: Gazedda
**
Kıbrıs’a Sığınma Başvurusunda Bulunan Halil Savda Hikayesini Gazeddakıbrıs’a Anlattı-Son:
“Bir Arabaya Atlayıp Güneye Geçtim”
6 Ekim 2017
Türkiye’de uzun yıllardır insan hakları ve barış mücadelesi veren, defalarca yargılanan, hapis yatan ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye’yi mahkum eden Vicdani Retçi Halil Savda, hakkında çıkartılan son yakalama kararının ardından Kıbrıs Cumhuriyeti’ne sığınma (iltica) başvurusunda bulundu.
Gazeddakıbrıs Editoryal Kolektifi olarak Lefkoşa’nın güneyinde bir araya geldiğimiz Vicdani Retçi Halil Savda’yla gerçekleştirdiğimiz ve dün ikinci bölümünü yayınladığımız söyleşi üçüncü ve son bölümüyle devam ediyor:
Cizre’deki evine baskın olduğu gün Kıbrıs’ın kuzeyindeydin. Baskını öğrendikten sonra Türkiye’ye dönmedin. Ve daha sonra Kıbrıs Cumhuriyeti’ne sığınma başvurusunda bulunmaya karar verdin. O süreci bize anlatır mısın? Neden Kıbrıs’ın kuzeyinde kalmadın ve güneye geldin?
Kıbrıs benim için tek bir ülke. Aslında anayasası da tek. Ancak 1974’te Türkiye Cumhuriyeti’nin askeri bir operasyonuyla işgal edilmiş, bir kısmı Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin etkisinde. Onlara bağlı mafyanın cirit attığı bir bölge haline getirilmiş. İstihbaratı var, binlerce askeri var, Kıbrıs’ın kuzeyindeki hükümetin üzerinde sözleri geçiyor, onlarsız hiçbir şey yapamıyorlar falan… Ekonomik olarak da bağımlı hale getirilmiş durumda. İşte Barbaros Şansal örneğinde biliyoruz. Barbaros Şansal sosyal medyadan bir iki dakikalık bir kaç laf söylediği için hükümete, bir günde mahkeme kararı olmadan hukuksuz bir şekilde, belki de Cumhurbaşkanı olduğunu ifade eden Akıncı’nın haberi bile olmadan, ona bile sorma gereği duyulmadan, bir gecede aldılar, götürdüler Türkiye’ye ve devlet şiddetine de maruz kaldı.
Uluslararası bir havaalanında devlet tarafından şiddet de gördü…
Aynen şiddet de gördü Barbaros. Dolayısıyla Kıbrıs’ın kuzeyinde benim yaşama şansım yoktu. Her an oradan beni de benzer bir şekilde alıp götürebilirlerdi. Bir de Kıbrıs’a gelirken 3 aylık bir vize vermişlerdi. Benim vizem de bitiyordu. Öyle olunca 17 Ağustos’da Kıbrıs’ın güneyine geçtim ve iltica ettim.
Neden Avrupa değil, neden başka bir ülke değil de Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tercih ettin?
Kıbrıs’taydım… Almanya’dan vize alabilirdim veya Avrupa’nın başka bir ülkesine vize alabilirdim ama kuzeyde olduğum için kuzeyden Türkiye dışında bir yere uçamıyorsun. Çünkü meşru olmayan bir yönetimi var, işgal altında ve uluslararası toplum tarafından tanınmayan bir rejim. Onun için bütün uçuşlar, gemi seferlerinin tümü Türkiye üzerinden geçmek zorunda. Türkiye üzerinden geçmek, o riski almak istemedim. Çünkü Türkiye üzerinden geçmeye çalışsam beni havalanından alırlardı. Bunu riske atmak istemediğim için de Kıbrıs’ın güneyine geçtim.
Peki Kıbrıs’ın güneyine nasıl geçtin?
Vallahi bir arabaya atlayıp güneye geçtim.
Bu kadar basit yani Kıbrıs’ın kuzeyinden güneyine kontrolsüz bir şekilde geçmek…
Evet o kadar basit…
Hepimiz biliyoruz ki Kıbrıs Cumhuriyeti Türkiye Cumhuriyeti’yle ithilaflı bir devlet. Aralarında diplomatik ilişki yok. Ve sen Kıbrıs Cumhuriyeti’nden iltica talep ettin. İlk geldiğin günden bugüne neler oldu? Nasıl bir süreç yaşadın? Kıbrıs Cumhuriyeti’nden nasıl bir muamele gördün?
Geldiğimin dördüncü günü yabancılar polisine gittim ve orada iltica başvurusunu yaptım. Tavırları olumluydu. Şu ana kadar da olumsuz bir tutumları olmadı. Burada yaşıyorum yani…
Kıbrıs Cumhuriyeti resmi makamlarından bir TC vatandaşı olarak herhangi bir ayrımcılık, kötü muameleye şahit oldun mu bugüne kadar?
Hayır. Türkiye’den geldiğim için kimse tarafından, gerek sokaktaki insanlar tarafından gerekse polis ve devlet tarafından olumsuz bir muamele görmedim. Aksine hepsi çok cana yakın güleç insanlar. Kısacası insanlar…
Burada iltica sürecindesin şu an. Peki ilerisi için ne düşünüyorsun? Kıbrıs’ta bir gelecek mi düşünüyorsun? Yoksa bu bir geçici süreç mi?
Artık Kıbrıslıyım (gülüyor)… En azından Türkiye’deki tablo bu olduğu sürece Kıbrıs’tayım ve başka bir ülkede yaşamayı düşünmüyorum. Avrupa’nın bir çok ülkesinde tanıdıklarım var, dostlarım var. Elbette kısa süreli ziyaretlerim olabilir. Ama artık Kıbrıslıyım.
Bütün bu süreçte Kıbrıslı aktivistler ve vicdani retçilerle temas kurdun mu?
İnsan ilk önce kendisi gibi olan, kendisi gibi düşünen grup ve kişilere ulaşmaya çalışır. Başın belaya girse de mutluluğunu paylaşmak istesen de tanıdığın insanlara gidersin. Ben de kuzeye gittiğimde tanıdığım insanlarla temasa geçtim… Bizi var eden temel şey dayanışma. Çünkü biz muhaliflerin çok parası yok. Biz muhaliflerin devletler içinde bürokrat olan, siyaseten eli çok güçlü kişileri yok. Biziz. Hepimiz bu dayanışmayla ayakta duran, bu dayanışmayla hareket edebilen ve mücadele alanını genişletmeye çalışan insanlarız. Kıbrıslı tüm aktivist arkadaşlar için aynı şeyi söyleyemesem de ben bu şekilde düşünür, bu şekilde davranırım. Ben daha fazla bir şey söylemek istemiyorum bu konuda.
Sadece Kıbrıs’a gelişinle değil, uzun yıllardır barış mücadelesi veren bir aktivist olarak Kıbrıs’ın içinde bulunduğu durum hakkında ne söylemek istersin?
Geçen yıl Girne’de bir avukat arkadaşımla ve onun bir arkadaşıyla oturuyorduk. Avukat arkadaşın askerlik problemi vardı. Gidip askerlik yapmak istemiyordu. Yeni bir müzakere süreci başlamıştı Akıncı ve Anastasiadis arasında. Tartışılıyordu, herkeste yeniden bir umut vardı veya insanlar umutlu olmaya çalışıyorlardı diyelim. Bu arkadaşlarla oturduk, sohbet ediyoruz. O da problemin çözüleceğine dair bayağı umutluydu. Onun umudu bu işgal sonra erecek ve gidip askerlik yapmak zorunda kalmayacaktı. Bu problemin çözüleceği umudunu taşıyordu. Bana bir yıl içinde bu sorun çözülmezse İngiltere’ye gideceğini söyledi. “Ben artık daha fazla burada yaşamak istemiyorum” diyordu. İnsanlar bıkmış hakikaten. Ama 2017’de problemin çözüleceğine dair umutluydu. Kıbrıs’ı biliyorum… Ta 1960’lardan başlayan, 74’te işgalle neticelenen, daha sonra diplomatik kulislerde hep gündem olan ama bir türlü çözülemeyen bir problem… Dedim eğer bir yılda çözüleceğini düşünüyorsan topla valizini bugünden ve git. Öyle bir yıl içerisinde Kıbrıs sorunu çözülmez. Çözülmez çünkü Türkiye işgali sonlandırmak istemiyor. Ana neden bu. Tabiki arada mülkiyet ve benzeri kimi küçük problemler de var. Ama işin esası bunlar değil. İşin esası Türk tarafı işgali sona erdirmek istemiyor. Kıbrıs üzerindeki vesayetini sona erdirmek istemediği için de problem çözülmez. Bir de uluslararası toplum garantörlüğü ve tek taraflı müdahale hakkını kabul etmez. Yarın bir gün Türk tarafı çekilsin ama 3 yıl sonra istediği zaman, şu problem oldu deyip, bahane edip yeniden gireceğim dayatmasında bulunursa uluslararası toplum bunu kabul etmez. Dolayısıyla bu hallolmadığı müddetçe Kıbrıs problemi çözülmez. Bugün de, bir yıl içinde de böyle bir hava yok en azından Kıbrıs’ta, Türkiye’de de böyle bir hava yok, iktidarda böyle bir eğilim yok diyelim. Zaten bir kaç ay önce görüşmelerin kesilmesiyle bunun olmadığını, olamayacağını hepimiz anladık. Niye olmadı? Akıncı’ya falan soranlar niye olmadı dediğinde aslında hiçbir şey söyleyemiyorlar. Mülkiyet problemi mi çözülmemiş? Çözülmüş. Yönetim şekli konusunda problemler mi var? Hayır. O da belli bir noktaya getirilmiş ve çözülmüş. 74’ten sonra gelen Türklerin veya diğerlerinin durumunda mı problem var? Hayır. O da bir yere getirilmiş, çözülmüş. Toplum mu istemiyor barışı ve çözümü? Hayır. Toplum da istiyor. Bugün mesela kuzeyde oylama yapın, yine 2004’teki Annan Planı’na verilen destek kadar, belki de daha fazla “evet biz çözümden yanayız” çıkacak. Belki güney tarafında biraz daha az olabilir bu oran ama kuzeyde insanlar çözümü istiyorlar. Çünkü kuzeydeki insanlar çözümsüzlük nedeniyle çok ciddi mağdurlar. Güney insanlarından daha çok mağdurlar. Hem işgal altındalar, ülkeleri işgal altında, hem yönetimleri gayri meşru, uluslararası toplum tarafından kabul görmüyor, hem de Türkiye’nin dayatmaları nedeniyle ekonomik olarak zor durumdalar. Yani fakirler aslında. Bir şekilde Türkiye hükümetinin insafına kalmış durumdalar. Onlar istediğinde yatırım oluyor, onlar istediğinde yatırım olmuyor, bir şekilde mafyalar işgal etmiş, orada belki yüzlerce casino var, kumar oynanan alan var, o kumarı milyon dolarlar oynuyor, kara para aklanıyor ve bu paranın neredeyse bin lirasından bir lirası Kıbrıslıların cebine girmiyor. Böyle bir mafya düzeni anane haline getirilmiş durumda. Sahilleri kirletilmiş durumda. Şehirleri plansız. Altyapı yapılmıyor. Kıbrıs bugün bir şekilde bir yağma halinde. Bu yüzden insanlar bunun sona ermesini istiyorlar. Bu yağmanın ve gayri meşruluğun sona ermesinin yolu problemin barışçıl tek Kıbrıs’la çözülmesidir. Bu gerçekleşmedikçe problemler çözülemez. İnsanlar bunun çözülmesini istiyorlar. Aslında 1974’te Türkiye’den gelen insanlar büyük bir kısmı da bu problemin çözülmesini istiyorlar. Çünkü bu insanların çoğu bir şekilde evlenmiş, ev sahibi olmuş, iş yeri var. Bu insanlar da AB üyesi olmak istiyorlar. Veya gayri meşru pozisyonun sona ermesini istiyorlar. Meşru bir rejime kavuşmak istiyorlar ama Türkiye Cumhuriyeti devleti ve onun memuru olan Kıbrıs’ın kuzeyindeki yöneticiler bunu istemiyorlar. İsteyenler de bunun iradesini gösteremiyorlar. Kıbrıs’ın kuzeyinde çözümü isteyen, devlet içerisindeki idareciler de Türkiye’ye karşı bunu savunabilecek irade sahibi değiller. Bu iradeleri olmadığı için de problem çözülmüyor. Kıbrıs’ın kuzeyinde bu iradesizlik olduğu müddetçe de bu problemi çözmek mümkün değil.
Sen bir barış aktivistisin ama aynı zamanda Kürt sorununun içine doğmuş, onunla mücadele eden bir insansın. Kıbrısıltürklerin 1974’ten bugüne, Kıbrıs’ın birleşmesi yönünde verdiği mücadeleyi nasıl değerlendirirsin? Karşılaştırdığımız zaman ortada Türkiye Cumhuriyeti devleti var, bu devletin hem Kürtlere hem de Kıbrıslıtürklere karşı sistematik politikaları var.
Kıbrıs’ın kuzeyinde iyi bir sivil toplum var. En azından şehrine, köyüne, sokağına sahip çıkmaya çalışıyor. Türkiye’nin işgaline ve Kıbrıs’ta Türk milliyetçiliğini geliştirmek istemesine rağmen insanlar halen problemin çözümünden yana, milliyetçiliğin etkisine büyük oranda girmiyorlar. Bu milliyetçi saldırıya karşı bir şekilde direniyorlar. Buna karşı duruyorlar. Türkiye’de ciddi bir muhafazakarlık var. Türkiye devletinin Sunni İslam’ı Kıbrıs’a taşıma çabası var. Camiler yapıyorlar, İlahiyat Fakültesi açtılar. Buna rağmen insanlar buna karşı da bir set çekmiş durumdalar. Buna karşı onbinlerce insan sokağa dökülüp buna hayır demese de kültürel olarak bu etkinin dışında kalma çabasındalar. Bu çabayı önemli oranda da başarıyorlar aslında. Tabiki bu işgale karşı da bir direniş. Hangi Kıbrıslıyla görüşsen, konuşsan bu insanların büyük kısmı Türkiye’nin işgalinden ciddi rahatsızlar. Hükümetlerinin Türkiye Cumhuriyeti hükümetiyle olan ilişkisinden ve ona yakınlığından rahatsızlar. Belki sıkıntı şöyle olabilir; buna karşı ne yapıyorlar? Sokağa dökülüyorlar mı? Zaman zaman dökülüyorlar ama hani daha görünür değil bu. Mesela onbinlerce insan sokağa dökülemiyor veya dökülmüyor. Bu belki bir problem. Bir de zamanla bu kanıksanıyor. Türk askerlerinin Kıbrıs’taki işgali kanıksanmış durumda. Bu kadar gayri meşru bir düzen ve kara paranın Kıbrıs’ta olması kanıksanmış durumda. Türkiye hükümetinin ekonomik olarak her alana hakim olması, Türkiye’ye yakın iş insanlarının her yeri parsellemesi, bütün o turizm alanlarını, Kıbrıs’ın doğasını parsellemesi, işgali ekonomik olarak gerçekleştiriyor olması da kanıksanmış durumda. Belki kötü bir yanı da bu. Buna karşı ciddi bir örgütlenme yok. Zaman zaman inisiyatifler şeklinde, işte Mağusa ve Girne İnisiyatifleri gibi, doğasına, köyüne, şehrine sahip çıkan girişimler var ama bunlar yetersiz kalıyor veya toplumun büyük kesimine ulaşamıyor, politik bir mücadeleye dönüşemiyor. Bununla ilgilenen partiler marjinal. Bunlar grup partileri. 20 yıl önce kurulurken 20-30 kişi bugün de 20-30 kişiler. Toplumda yer edemiyorlar, toplumda varolamıyorlar. Muhalefet açısından böyle bir sıkıntı da var. Problemin çözümünü isteyen, Türkiye’nin işgaline karşı olan siyasi partiler ve gruplar da bunu topluma taşımada sıkıntı yaşıyorlar. Mesela her hafta ara bölgede barış için buluşuluyor ama kimsenin haberi yok. Siyasetle ilgilenen veya bir şekilde siyasi partilerde ve sivil toplumda örgütlü dar bir aktivist kesim dışında kimsenin haberi yok. Git Girne’de sokakta bir insanla konuş, ara bölgede barış için bir araya gelindiğini bilmiyor. Veya çeşitli inisiyatifler var, bu inisiyatiflerin çabaları büyük kesimler tarafından bilinmiyor veya az biliniyor. Böyle bir durum da var aslında. Aktivistlerin sokaktaki insana, esnafa ulaşmasındaki yetersizliği diyelim. Kıbrıs küçük bir yer, özellikle Kıbrıs’ın kuzeyi… 3-5 pankart, şehir girişlerindeki billboardlara veya minibüslere, Kıbrıslıların büyük bir kısmı göz temasıyla da olsa bir şekilde görür. Ama bu da yok. Biraz da kabullenmişliğin sonucu… Bu ilerisi için tehlikeli bir durum. İnsanlar yeşil hattın, gayri meşru yönetimin ve işgalin varlığını gittikçe, bir şekilde kanıksamış durumdalar. Kıbrıs’ın kuzeyinde bunun aşılması gerekiyor.
Türk solunun Kıbrıs sorununa ilgisi malesef hiç yok ama Kürt hareketinin Kıbrıs sorununa yaklaşımını ve ilgisini nasıl değerlendirirsin? Bunu yeterli buluyor musun? Kürtlerin maruz kaldığı sistematik politikalara aynı yöntemlerle olmasa bile Kıbrıslıtürklerin de maruz kaldığını söyleyebilir miyiz?
Kürt hareketi teorik olarak Kıbrıs’taki barışı destekliyor. Kıbrıs’ta işgalin sona ermesini istiyorlar. Buna dair, çözüm sürecini desteklediklerine dair legal Kürt politikacılar zaman zaman açıklamalar da yaptı. Ama benim görebildiğim bu Kıbrıs’la ilişkiler noktasında yeterli değil. En azından işgale karşı olan, Kıbrıs’ın kuzeyindeki muhalifler ve gruplarla güçlü bir diyalog yok. Yetersiz. Zaman zaman görüşüyorlar, bir araya geliyorlar, panellerde buluşuyorlar ama yetersiz. Bunun geliştirilmesi lazım çünkü kader ortak. Sadece kuzey için söylemiyorum, güney için de söylüyorum. Türkiye devleti Kürdistan’da bir işgal sürdürüyor ve aynı devlet Kıbrıs’ta da bir işgal sürdürüyor. Kıbrıs’ın neredeyse üçte birini işgal etmiş durumda. Üçte birinde paramiliter güçleri örgütlü, mafyası örgütlü ve üçte birinde geçmişte cinayetler işlenmiş. Böyle bir durum var. Kürdistan’daki bir çok şehirde bir çok paramiliter güç burdan taşındı bir şekilde. Burada, Kırbıs’ın kuzeyinde örgütlendi, burada eğitim gördü. Kürdistan’a gönderilerek orada savaştırıldılar. Aynı şey burası için de geçerli. Kürdistan’da savaştırılmış veya Suriye’ye gönderilmiş insanlar bir şekilde buraya taşınıyor. Başka bir pozisyonda örgütleniyorlar. Dolayısıyla kader ortak. Ve işgalin esas sebebi Türkiye devletinin milliyetçi, Sunni, Türk, faşizan ideolojisidir. Buradaki varlığının nedeni de bu, Kürdistan’daki varlığının sebebi de bu. Burada çözüme direnmelerinin nedeni de bu, Kürdistan’da çözüme direnmelerinin nedeni de bu. Dolayısıyla problemin kaynağı ortak. Burada Rum düşmanlığı üzerinden bunu örgütlüyor, orada Kürt, Ermeni, Süryani düşmanlığı üzerinden bunu örgütlüyor. Burada Hristiyanlar üzerinden örgütlüyor, orada “tamam hepimiz kardeşiz ama hepiniz Türksünüz” üzerinden örgütlüyor. Problemin kaynağı da bir, problemi sağlayan güç de bir. Kıbrıs halkının, Kıbrıs’taki sivil toplum örgütlerinin Kürtlerle daha sık görüşmeleri gerekiyor. Geçmişte zaman zaman Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin PPK’yi terörist örgüt olarak görmediği için, burada Kürt dernekleri varlığını sürdürdüğü için, biraz da Türkiye Cumhuriyeti devleti Türkiye’deki milliyetçiliği, ırkçı faşist kesimleri bir araya getirmek ve onları daha örgütlü hale getirmek için şöyle bir yalan propoganda uyduruyorlardı; “Kıbrıs’ın güneyinde PKK’nın kampları var, eğitim görüyorlar” gibi yalanlar söylüyorlardı, kendi basınlarında bunu bilinçli bir şekilde pompalıyorlardı. Bütün bunlara karşı Kürt halkının ve Kıbrıs halkının daha güçlü ilişkiler geliştirmesi lazım. Sadece Kürtlerin değil, Türkiye’deki barış isteyen, muhalif olan kesimlerin daha sık Kıbrıs’la iletişim halinde olmaları lazım. Kıbrıslıların Türkiye’deki sivil toplumla daha sık ilişki içinde olmaları lazım. Çünkü problemin kaynağı Türkiye’deki iktidar. Problemin aşılması da Türkiye’deki iktidarın değişiminden geçiyor. Türkiye’deki mevcut iktidar değişmedikçe, bu paramiliter, bu Sunni faşist iktidar değişmedikçe, devletin bu anlayışı değişmedikçe Kıbrıs sorununun hallolması imkanı yok. Onun için daha sık muhaliflerle, barış isteyenlerle, Türkiye’nin demokrasisinden yana olanlarla, halkların kardeşliğine inanan muhaliflerle ve Kürtlerle daha sık iletişime geçmek lazım. Türkiye’deki sivil toplum örgütlerinin de eksikliği, Kürt hareketinin ciddi handikapı ve eksikliği var ama burada da sıkıntı var. Buradan da orayla güçlü bağlar geliştirme çabası yok ya da az diyelim buna. Böyle bir sıkıntı var ve bu aşılırsa taraflar birbirini daha çok anlar ve mevcut milliyetçi, ırkçı iktidara karşı mücadele güçlenir.
Bir vicdani retçisin. Kıbrıs’ın kuzeyinde de vicdani ret tanınmıyor ve vicdani retçiler burada da mücadele veriyor. Kıbrıs’ın kuzeyindeki vicdani ret mücadelesini nasıl değerlendiriyorsun?
Kıbrıs’ın kuzeyi Türkiye’nin prototipi aslında. Türkiye’de de vicdani ret hakkı tanınmıyor, kuzeyde de tanınmıyor. Kuzeyde tanınmıyor çünkü oradaki askerlik kurumu Türkiye Savunma Bakanlığı’na bağlı. Kuzeydeki askeri güce hükmeden Türkiye Savunma Bakanlığı, Türkiye Genelkurmay Başkanlığı. Problemin kaynağı yine Türkiye. Vicdani retçilerin Kıbrıs’ta mağdur olmasının kaynağı yine orayla bağlı. Kıbrıs’ın kuzeyinde evet askerliğe karşı bir mücadele var, kısmi, küçük de olsa karşı durma durumu var ama çok az, çok yetersiz. Mesela askerliği reddeden, askerlik yapmayı istemeyen bir çok kişi var ama çoğu kendisini askerlik yapmak zorunda hissediyor. Kıbrıs’ın kuzeyinde hiç askerlik yapmayan sadece bir vicdani retçi var. Herkes gidip askerlik yapıyor. Kıbrıs’ın kuzeyindeki vicdani retçilerin çoğu askerlik yapmış, bir de burada var olan seferberlik zorunluluğu ve dayatması var. İşte ben gideyim askerliğimi yapayım, 2-3 günlük seferberliğe gitmeyim, vicdani retçi olayım, barış çabasını ve antimilitarist çabayı bunun üzerinden şekillendireyim gibi bir yetersiz antimilitarist duruş var. Yetersiz vicdani retçilik var. Tabiki bu da kıymetli. Bunun üzerinden militarizmi eleştirmek, bunun üzerinden askerliği eleştirmek de mümkün. Bu anlamda kötü bir şey değil. Bu iyi bir şey ama ehvenişer. Yani kötünün iyisi bu. Halbuki Kıbrıs’ta da Türkiye’deki gibi antimilaristlerin, vicdani retçilerin askerliği tümüyle reddetmesi gerekiyor. Sadece seferberlik var, seferberliğe gitmiyorum diyerek militarizmi değiştiremezsin. Bu militarist kurumu değiştiremezsin. Bu kötü, insan haklarına karşı olan bu uygulamayı değiştiremezsin. Yarın bir gün diyelim sen seferberliğe karşı çıkıyorsun; Türkiye’de mesela öyle bir zorunluluk yok şu an, yani askerlik yapan kişiye 2 gün hadi gel kışlada bulun seferi ol deme zorunluluğu yok. Kanunen var ama bir savaş durumunda olağanüstü durumlarında sadece çağırabiliriz diye bir uygulama var. Yani uygulamada yok. Şimdi Kıbrıs’ta bu var, yarın bir gün bu seferberlik durumunu kaldırabilirler. Çünkü Türkiye’de yok zaten. Ya da fiiliyatta hiç uygulamayabilirler. Kimseyi bundan ötürü yargılamayabilirler, bu problemi çözmüyor. Militarist sorun çözülmüş olmuyor, zorunlu askerlik kurumu değişmiş olmuyor. Dolayısıyla buradan bakınca aslında çok büyük bir mücadele sahası değil burası. Yetersizdir bu. Bu yetersiz vicdani retçilikle, bu yetersiz antimilitarist duruşla Kıbrıs’taki durumu aşma imkanı yok. Bir de sen işgalci bir ordunun içinde görev yapıyorsun. Kıbrıs’taki barış isteyenlerin bunu reddetmesi gerekiyor. Hem bir angarya var, zorunlu askerlik uygulaması bir angaryadır, insan hakları ihlalidir hem de işgalci bir orduya nefer olmuş oluyorsun. İşgalci bir ordunun içinde yer alıyorsun, işgale hizmet etmiş oluyorsun. Her açıdan Kıbrıslı gençlerin bunu reddetmesi gerekiyor. Bunu tek başına seferberliğe karşı çıkarak reddedemeyiz. Bu yetersizdir ve ben buna yetersiz vicdani retçilik, yetersiz antimilitarist duruş diyorum.
Sevgili Halil bizimle bir araya gelip gerek hikayeni gerekse düşüncelerini paylaştığın için çok teşekkür ederiz. Sana yeni mücadelende başarılar dileriz. Tekrardan Kıbrıs’a hoşgeldin…
Bana bu fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim.
Kaynak: Gazedda
**
Vicdani retçi Halil Savda, “Bu şartlarda Türkiye’de kalmam doğru olmazdı” – Gazete Duvar