Pınar Selek: Şiddet içgüdüsel değil, toplumsal faktörlerle, maddi ve bilişsel olarak kuruluyor

Erkekler, şizofren oldukları için değil, hiyerarşik sistemde konum aradıkları için öldürüyorlar.

Pınar Selek: Linç eylemlerine katılan erkeklerin hepsinde iktidar arzusu var

Pınar Selek, “Linç eylemlerine katılan erkeklerin hepsinde bir iktidar arzusu var. Erkekler, şizofren oldukları için değil, hiyerarşik sistemde konum aradıkları için öldürüyorlar” diyor.

03 Ocak Cuma 2025
Nuray Pehlivan
Şiddeti uygulayanlarla bu şiddete maruz kalanların sınıfsal özellikleri arasında nasıl bir ilişki var? İnsanlık tarihi boyunca şiddetin var olması hep var olacağı anlamına geliyor mu? Ataerkil zihniyetin şiddet kullanmayı meşrulaştıran söylemi yaşantımızı nasıl etkiliyor? Tahakküm mekanizmaları, toplumsal cinsiyet, göç ve toplumsal hareketlerle ilgili araştırmaları ile bilinen, Amargi Kadın Kooperatifinin kurucularından feminist, antimilitarist, sosyolog ve aktivist Pınar Selek sorularımızı cevapladı.

‘BEN DE TÜRKİYE’DE FİLİZLENEN DÖNÜŞÜMÜN BİR PARÇASIYDIM’
Şiddetin her türlüsü ile kuşatıldığımız bir zamanda siz antimilitarist ve feminist mücadelenizde şiddetsiz direniş araçlarını kullanmaktan hiç vazgeçmediniz. Öncelikle soralım. Sizi bu iki alana paralel bir şekilde yönelten nedenler neler?

Sanıyorum her durumda olduğu gibi bunun da tek bir nedeni yok, çok boyutlu bir süreç. Birincisi ben çocukluğumu 12 Eylül döneminde geçirdim. Babam cezaevindeydi ve cezaevi kapılarında büyüdüm. Etrafımızda herkesin değiştiğini görüyordum. O dönem annemin ilk işi kardeşimle beni Eugene Ionesco’nun Gergedan oyununa götürmek oldu.

İktidarın insanları nasıl gergedanlaştırdığını, nasıl tek tipleştirdiğini, nasıl kendine benzettiğini, nasıl sıraya soktuğunu dehşetle izledim. Çok etkilendim ve kendi kendime dedim ki “Gergedanlaşmayacağım, hizaya girmeyeceğim. Ne olursa olsun!” Ama kolay değildi. Askeri rejim döneminde en küçük bir muhalefet bile suçtu. Tüm toplum cezalarla, eğlencelerle, korkutucu söylemlerle hizaya sokuluyordu. Okullar kışla durumundaydı. Şeytanlaştırılmış ve ezilmiş muhalefet, mağduriyeti yüzünden bir nevi dokunulmazlaşmıştı. Cezaevi kapılarında büyürken, özgür yaşam nasıl mümkün olurdu? İster istemez sorgulamaya başlıyorsun. Her şeyi, öncesini, sonrasını… Sana öğretilenleri, gelenekleri, en devrimcilerini bile…Böylece antimilitarist oldum. “Başka türlü bir şey benim istediğim” diyerek…. Feminizmi keşfedişim de aynı döneme rastlar ve bu iki keşif sol hareketin düşünsel, örgütsel ve eylemsel sınırları üzerine derin derin düşünmemi sağladı. Sorgulamaya bir başladın mı gerisi çabuk geliyor. Cinsiyetçilik önemsenmemiş, cinsellik alanının politik boyutu görünmemiş derken diğer görünmeyenlere de bakıyorsun, militarist yapıyı analiz ederken milliyetçiliği, ardından Ermenileri, Grekleri, Kürtleri görüyor ve daha daha sorguluyorsun.

Ne mutlu ki benim bu sorgulamalarım Türkiye’deki sosyal mücadele alanında yeni bir döngünün ortaya çıktığı sırada gerçekleşti. Bu yeni döngünün ortaya çıkmasında feminist hareket çok büyük bir rol oynadı. Benim de feminist ve anarşist fikirlerle tanışmam aynı döneme denk geldi

Seksenli yıllardaki filizlenmesinden itibaren, Türkiye feminist hareketi kadın-erkek eşitliği ötesine geçti. Örgütlü mücadele aşamasına geç kavuşmasının nedenlerini sorgularken, kendini devletin ve sol hareketin hakim kıldığı milliyetçi ve militarist patriarkayla boğuşurken buldu. Askeri darbenin en karanlık günlerinde, feminist hareket betondan fırlayan bir çiçek gibi kendini yarattığında, ilk yaptığı şeylerden biri, Türkiye modernleşme sürecinin milliyetçi ve militarist yapısının patriarkal karakterinin adını koymak oldu. Feminist mücadele bu bilinçle başladı.

Kadınları ‘modern devletin’ vitrini yapan ama onların hiçbir bağımsız girişimine geçit vermeyen, öncü kadınları dışlayan, diğerlerini evlatlıklaştıran rejimin militarist ve milliyetçi mekanizmaların patriarkal yapıyı yeniden ürettiğini çözümleyerek. Kadınlara sunulan sosyal, ekonomik ve politik hakların avantajlarını görmezden gelmeden ama militarist çarktan kısa saçları, tayyörleri ve diplomalarıyla, yeni otoritenin yeni misyonerleri olarak çıkan kadınların erkek iktidarın kurduğu kalıplarda şekil aldığını göstererek. Özgürlük olmadan tam eşitlik olmaz diyerek…

Türkiye feminist hareketinin betonun içinden fırlaması, aynı zamanda sistem karşıtı muhalefetle de hesaplaşması ile gerçekleşti. ‘Devrimci kadın’ modelinin ‘cumhuriyetçi kadın’ modelinden bayrağı devralışının arkasındaki militarist mekanizmaları eleştirerek. “Militarizmin içinden özgürlük çıkmaz” diyerek. Kadın kurtuluşunun antimilitarist temellerini yaratarak. Hakim kurtuluş söylemin kutsallığıyla boğuşarak. İktidar odaklı örgütlenme, mücadele, eylem tarzlarına el atarak. Böylece yeni bir muhalefet döngüsünün öncülerinden biri haline geldi.

LGBTİ, ekolojist, anarşist, anti militarist hareketler bu döngünün diğer aktörleri oldular. Özellikle antimilitarist çıkış, anarşist felsefeden beslenerek feminist hareketin başlattığı eleştiriyi geliştirdi ve gündelik yaşamın kulisinde depolanmış şiddetin örgütlenip sistematikleşmesine, ordulaşmasına, devletleşmesine yönelik ret çıkışını başlattı. Bu tarihten itibaren toplumsal mücadeleler alanında politik sorunların çeşitlenmesi ve otorite karşıtlığının öne çıkması; ideolojik, örgütsel ve politik monopolü yapı bozumuna uğrattı. Kürt hareketinin ortaya çıkması ve kitleselleşmesi, sol hareketin yaralarının sarıp toparlanması işte bu yenilenme sürecinde gerçekleşti. Süreklileşen baskı ortamı, farklılıklara ve gerilimlere rağmen, sürekli bir ittifakı zorunlu kıldığı için, toplumsal hareketler arasındaki etkileşim, büyük bir kısmında çatışmalarla birlikte dönüşümlere neden oldu. Yani benim iç sorgulamalarım bu kocaman bir tablonun bir parçasıydı.

Yaşadığım ortam da buna imkan sağladı. Ben de Türkiye’de filizlenen dönüşümün bir parçasıydım. Büyük şans…

‘İNSAN UYGARLIĞININ AYNI ZAMANDA UTANILACAK BİR TARİHİ VAR’
Türkiye’de son dönemlerde dövülerek insanların öldürüldüğüne tanık olduk. Lince uğrayanın karşı koyma potansiyelini yitirdiği, tamamen aciz duruma düştüğü bir anda bile bir insana öldürünceye kadar vurmaya devam etmek sizce nasıl bir ruh hali? Şiddet ve linç kültürü arasındaki ilişki konusunda neler söylersiniz?

Linç kültürünün psikolojik ve psikososyal boyutları da dahil çok fazla boyutu var. Ben daha çok tarihsel ve sosyolojik boyutları üzerine düşünüyorum. Diğer yandan, sosyal psikoloji alanındaki araştırmalardan biliyoruz ki, şiddet içgüdüsel değil, toplumsal faktörlerle, maddi ve bilişsel olarak kuruluyor. Bilişsel kuruluş sürecinde meşrulaştırma ve rasyonalize etme mekanizmaları işliyor. Tabii ki kurumsallaşan, yapısallaşan, kolektifleşen ve çoklu mekanizmalarla yeniden yeniden üretilen şiddet sadece bizim topraklara özgü değil. İnsan uygarlığının aynı zamanda utanılacak bir tarihi var. Linç olgusu bir kültüre nasıl dönüşebilir? Bu kültür tüm topluma nasıl ait olabilir? Türkiye örneği bize çok şey söylüyor. Aklıma sevgili Rakel Dink’in 2007’deki çağrısı geliyor: “Bir bebekten katil yaratan karanlıkları aydınlatmak”. Karanlıklar bu ülkede hesaplaşılmamış kötülüklerin birikmesiyle oluşuyor. Her boğulan adalet çığlığı yeni bir kanser hücresine dönüşüyor. Hepsi birbirinin üstüne ekleniyor, kayalaşıyor, kökleşiyor, yapısallaşıyor. Öyle bir oluyor ki tedavi etmeye kalkarsan tüm bina yıkılacak… Yıkıntının altında kalmamak için alışıyoruz bir süre sonra. Bir nevi öğrenilmiş çaresizlikle seyrediyoruz.

Tabii her iktidar, kendini sağlamlaştırmak için bu yapıya dayanıyor, alışılmış mekanizmaları çalıştırıyor. Bu arada kendi sosunu da bırakıyor. Ve sonuçta hasta bir toplum haline geliyoruz. Hem de çok hasta. İyileşmek mümkün mü? Lokman hekim bir şeyler yapabilir mi? Ben eskiden daha umutluydum, nane ve limonla iyileşebileceğimizi düşünüyordum ama artık böyle düşünmüyorum. Ağır hastayız. Bunun bilincinde olursak belki bir şeyleri değiştirebiliriz. Aşılması zor ama imkansız değil. Sadece karmaşık süreçleri anlamak ve çıkış yollarını buna göre aramayı gerektiriyor. Hayat basit değil maalesef. Adalet hiç değil.

‘SINIFSAL MESAFE ŞİDDETİ UYGULAYANI DAHA GÜÇLÜ KILIYOR’
Zorlama, mobbing, cinsel ve cinsiyetçi şiddet, psikolojik ve fiziksel şiddet ve diğer şiddet biçimleri okulda, işte kısaca resmi ve özel kurumlarda çok sık karşılaşılan bir durum. Sizce şiddeti uygulayanlarla bu şiddete maruz kalanların sınıfsal özellikleri arasında bir ilişki var mı?

Bu konuda genellemeler yapmayı önermiyorum. Şiddeti sadece sınıfsal ilişkilerle açıklayamayız. Yani zengin olanlar daha şiddetlidir veya yoksul olanlar daha az şiddetlidir diyemeyiz. Ancak şöyle bir şey var: Her iktidar ilişkisi birbirini besliyor, iç içe geçiyor. Dolayısıyla şiddete uğrayanlar eğer sınıfsal olarak daha alt konumda, şiddeti uygulayanlar sınıfsal olarak daha üstü konumdaysa aradaki sınıfsal fark direnme olanaklarını azaltırken şiddetin boyutunu da arttırıyor. Yani sınıfsal mesafe cinsiyetçilik ilişkileriyle birleşerek hem şiddeti uygulayanı daha güçlü kılıyor hem de şiddete uğrayan daha zor direnebiliyor.

Dolayısıyla şiddet ilişkilerinde sınıfsal boyutu ele almak çok önemli. Şiddeti uygulayan sınıfsal olarak daha üst bir konumdaysa şiddet daha görünmez oluyor, şiddeti uygulayanın dokunulmazlığı artıyor. Kaldı ki kapitalizm zaten başlı başına kurumsallaşmış bir şiddet. Yani ister istemez şiddet kültürünü besliyor.

‘AKIL TUTULMASINA UĞRARSAK SIRADAN ŞİDDETİN PARÇASI OLURUZ’
Şiddetin hep var olduğu ve var olacağına dair genel bir kanaat ve bununla birlikte bilindik bir ezber söz konusu. Şiddeti kaçınılmaz bir realite olarak gören bu anlayışın zihinsel dünyamızı işgal etmesine yönelik neler söylemek istersiniz?

Var olduğu, hep var olacağı anlamına gelmiyor tabii ama uygarlık tarihi dediğimiz şey çok acı bir tarih. Gerçekten çok büyük ve köklü bir kopuş gerekiyor. Bu kopuş için ilk yapmamız gereken, aklımızı ‘böyle geldi böyle gider’ mantığının işgalinden kurtarmak. Yani bu işgalden kurtulmazsak hiçbir şey olmaz. Bu bir nevi akıl tutulması. Hannah Arendt’in söylediği gibi, toplumlara akıl tutulması ve konformizm dayatılıyor. “Uğraşma çünkü uğraşmak zor” deniliyor. Tabii bunu yaparsan hem geçmişle hesaplaşacaksın hem yeni değerler yaratacaksın. Oysa gerçeklik statik değil, dinamik bir şey. Dinamik bir şeyse hem etkilendiğimiz bir alan hem de etkilediğimiz bir alan. Yani etkileşimin olduğu bir alan. Dolayısıyla biz bunu değiştirebiliriz, çevremizde olup biteni etkileyebiliriz. Ama yorulmaktan kaçarsak konformistleşirsek, akıl tutulmasına uğrarsak, yapamayız. Ve bu da bizi farkında olmadan sıradan şiddetin bir parçası haline getirir, yani öğrenilmiş çaresizlik denilen şey gerçekleşir. Öğrenilmiş çaresizlik ise çok tehlikeli bir şey çünkü büyük, korkunç olaylardan etkilenmiyorsun fakat sadece biri sana ters gözle baksa bile hemen ağlamaya başlıyorsun. Yani öğrenilmiş çaresizlik dayanılmazın karşısında reaksiyon göstermemek, güçsüzlüğünün bilinciyle, olup bitene izin vermek anlamına geliyor. Duygular çarpıklaşınca güçsüzleşiyor ve yönetilmesi çok daha kolay oluyor.

‘ERKEK DOĞULMUYOR, OLMAK İÇİN BİRAZ ACI ÇEKMEK GEREKİYOR’
Ataerkil zihniyet ile şiddet kültürü arasında bağlantılardan bahsedilir. Peki, ataerkil zihniyetin şiddet kullanmayı meşrulaştıran söylemi yaşantımızı nasıl etkiliyor?

Savaşın ve militarizmin kökenlerini bütünlüklü anlamak için toplumsal cinsiyet boyutuna bakmamız gerektiğini gösteren feminist çalışmalar, militarizm, milliyetçilik ve erkekliğin farklı bağlamlardaki etkileşimini analiz ederek, silahlı grupların kendi aralarında petrol kaynakları için savaşırken, tecavüzü neden bir savaş aracı olarak kullandıklarını ya da onur, şeref gibi kavramların, cinsiyet göndermeleri etrafında, nasıl dolaşıma girdiğini, bir diğer ifadeyle normatif erkekliğin savaşın doğallaştırılma sürecindeki rolünü analiz etmemizi mümkün kıldılar. Militarizmi toplumsal bir süreç olarak ele alınca, ev içi şiddetle örgütlü şiddet arasındaki ilişkiler zincirini ve şiddetin kurumsallaşmasında rol oynayan karmaşık mekanizmaları hesaba katabiliyor, böylece politik iktidarların savaş ihtiyacı ortaya çıktığı anda, militarist söylem ve pratikleri nasıl kolayca dolaşıma soktuğunu görebiliyoruz bugün. Yani bunu bir ahtapot gibi düşünün, bir tane kolu ile uğraşmak yetmez! Dolayısıyla bunların hepsini birleştirerek, bunların hepsini düşünerek bu kültürle mücadele edebiliriz.

Tüm bunların yanı sıra bu konuda, “Neden daha çok erkekler harekete geçirilebiliyor?” sorusuna da yanıt aramak lazım. 2008’de tamamladığım ve aynı yıl Sürüne Sürüne Erkek Olmak kitabını ortaya çıkaran araştırmama benzer sorularla başlamıştım. Şiddetin öznelerinin nasıl kurulduğunu anlamak için Hrant Dink katledildikten, Rakel Dink hepimize o ünlü çağrıyı yaptıktan hemen sonra. Araştırmamın ilk sorusu buydu. Hangi koşullar bir bebeği şiddet öznesine dönüştürüyor? Şiddetin toplumsal üretimiyle erkeklik arasındaki ilişki nedir? Katilleştirme sürecinde toplumsal cinsiyet kurucu mekanizmaların rolü nedir?

Birbirleriyle bağlantılı olan bu sorular, çok boyutlu, çok faktörlü inşa süreçlerini aydınlatan cevaplara ihtiyaç duyuyordu. Ben bu sürece zorunlu askerlik uygulaması örneği üzerinden bakmaya karar verdim. Şiddetin ve hiyerarşinin en yoğunlaşmış toplumsal eğitim alanı ve en güçlü eril sosyalleştirme mekanı olarak erkek sınıfının kuruluşunun anahtar mekanizması rolünü oynadığı için.

Çok ilginç bir çalışma oldu. Ama sadece bir iki husustan bahsedeceğim burada. Michel Foucault’nun, iktidarın özne yaratım sürecini genel olarak anlatırken işaret ettiği gibi, erkekler, onları yaratan, denetleyen ve kabul eden iktidar sistemlerine tabi olsalar da iç deneyim yoluyla kendi kimliklerine bağlanıyorlar. Erkek doğulmuyor, olmak için karşılığını ödemek, biraz acı çekmek gerekiyor. Mesela, kendinden güçlü olana boyun eğmek, hiyerarşiyi kabul etmek, güçlü olana ses çıkarmamak… Karşılığında, erkeklik kimliği, bir iktidar konumu olarak elde ediliyor. İşte bu eril iktidar arzusunun, tıpkı tecavüzde olduğu gibi, politik şiddette de erkeklerin kolayca harekete geçirilmesinde önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Sivas katliamı, Gazi olayları dahil bu linç eylemlerine katılan erkeklerin hepsinde bir iktidar arzusu var. Tıpkı özgürlük alanlarını genişleten kadınlar karşısında ‘krize’ giren erkekler gibi. Erkekler, şizofren oldukları için değil, hiyerarşik sistemde konum aradıkları için öldürüyorlar.

‘DAYANIŞMAYLA BİR GÜÇ VE KÜLTÜR YARATIYORSUN’
İnsanlık var olduğu sürece, şiddetsiz bir yaşam pek olası görünmüyor. Ancak dayanışma ve birlikte üretmenin de insanlık tarihi kadar eski olduğunu biliyoruz. Tarih boyunca şiddetin ve dayanışmanın yerine karşılaştırmalı olarak bakarsak bir sosyolog gözüyle neler söylemek istersiniz?

Biraz önce dediğim gibi, şiddetsiz bir yaşam hedefi kolayca ulaşılacak bir hedef değil. Çünkü çok yapısallaşmış, katılaşmış bir olgudan bahsediyoruz. Ağır hastalıktan… Tedavisi zor. Tabii bunun en büyük nedeni aradaki inanılmaz güç farkı. Egemen toplumsal gruplar iktidar aygıtlarını ellerinde tutuyorlar. Üstelik her geçen gün akıl almaz boyutlara ulaşan teknoloji bu aygıtları daha da denetimsiz kılıyor. Nasıl baş edebiliriz? İktidar anlamında söylemiyorum ama ‘güç’ olmadan imkansız. Yeni tip bir güç, kökten kopan bir güç, alışık olmayan bir güç, şaşırtan, ezber bozan bir güç, teknolojinin denetleyemeyeceği bir güç. Bu tuhaf gücün en önemli araçlarından biri dayanışma bence. Aklıma yirmi altı yıl önce, akıl almaz suçlamaları cezaevinde televizyondan öğrendikten sonra yaşananlar geliyor. Sokak çocuklarının, fahişelerin, trans kadınların cezaevinin önünde birikmeleri, mahkemeye gelip tanık olmaları… ezber bozmaları. Komployu yapanlar bunu hesaba katmamışlardı sanırım! Medya şaşırdı, herkes şaşırdı ve sorgulamaya başladı. Avukatlarım beni savunana kadar bana dayanışma nefes aldırdı. O zamandan beri deneyimlediğim şey şu: Dayanışmada çok sihirli bir şey var, seni bu kirli, çirkin gerçeğe mahkum etmeyen, yaratıcılığın büyülü alanına sokup kurtaran bir şey.

Tabii aynı zamanda, dayanışmayla güç yaratıyorsun. Son romanım Cümbüşçü Karıncalar’da anlattığım gibi, kollektif bir güç oluşturuyorsun, bir yandan da dönüşüyorsun, alıp veriyorsun, kültür ve değer yaratıyorsun. Yani sadece bir şeye karşı direnmiyorsun, dayanışırken bir şey yaratıyorsun. İlişkilerinde Can Yücel’in dediği gibi ‘başka türlü bir şey’ filizleniyor. Dayanışmayla, sadece bir direnme biçimi geliştirmiyor, aynı zamanda bir güç ve bir kültür yaratıyorsun. Çünkü işin içinde birlikte sevgi var, duygular var, heyecan var. Bütün bunlar çok önemli. Ama bu tek başına yetmiyor. Yoğunlaşmazsan, çalışmazsan, işi ciddiye almazsan hiçbir şey değişmez. Sadece ve sadece yoğunlaşmayı becerdiğimiz zaman mucizeler yaratabiliriz.

Kaynak: Gazete Duvar

PAYLAŞ.
VicdaniRet.org