Tarih: 21 Temmuz 2016
1971 yılında İstanbul’da doğan Pınar Selek feminist ve anti-militer bir sosyolog. İnsan hakları savunucusu olan babası, 1980 askeri darbesinde Türk yetkililerince tutuklandığında kendisi 9 yaşındaydı. İstanbul’da sosyoloji eğitimini tamamladı ve azınlıklara yönelik çalışmalara ilgi duydu. Polis tarafından haklarında çalıştığı azınlıkları ele vermesi için zorlanıp işkenceye uğradığında 27 yaşındaydı. Sonucunda düzmece olarak, İstanbul Mısır Çarşısı’nda 9 Temmuz 1998’de gerçekleşen patlamayla suçlandı ve hapsedildi. 2000 yılında hapishaneden kurtuldu, 2008 yılında Fransa’ya yerleşti. Sophia-Antipolis Üniversitesi, Siyaset Bilimi bölümünde araştırmacı ve okutman olarak görevine devam ediyor. – Anne-Clémence Drouant
Türkiye’deki durum sizde neler uyandırıyor?
Evimden uzağım ve mesafe destek vermeyi zorlaştırıyor. Bu beni 1980’li yıllardaki gençliğime götürüyor. Yetkililer babamı alıp beş yıl boyunca bizden ayırmışlardı. Fakat şu anda Türkiye’deki iktidarı ele geçirme sürecinin karmaşıklıklarını düşünmeye ve anlamaya çalışıyorum. Türkiye’de daima cuntacı bir sistem ve otoriter bir boyut olmuştur. Başka bir siyasi sistem görmedik şimdiye dek. Darbelere hep aşinayız. Sivil veya askeri, şiddet gündelik hayatımızın bir parçası.
Her gerilim döneminde yeni bir darbeyle meselenin başı kesilir ama mesele asla yapısal seviyede düzenlenmez. Her seferinde şiddet daha da güçlenir. Hükümet değişse bile sistemin hiçbir zaman şeffaf olmayışı, gerçek demokratik tartışma imkanı olmaması, geçmişin yaralarının iyileştirilmesi için hiçbir zaman gerçek bir dönüşüm yaşanmamasına yol açmıştır. Bu sefer demokratik yollardan seçilen hükümet başta kalabildi, bu bile iyi bir şey. On yıldır sosyal hareketler demokrasiye gitgide daha fazla sahip çıkabildi. Bu bana günün birinde ülkemizin bu otoriter sistemden çıkabileceği umudunu veriyor.
Erdoğan hükümeti bir anda mı sertleşti yoksa bu baskının öncülleri daha evvelden ortaya konmuş muydu?
Bu Erdoğan’ın hükümetiyle başlamadı. 1998’de benle beraber toplamda 40.000 siyasi tutsaktık. Hepimiz işkence mağduruyduk. Tutsakların çoğu sanatçılar, araştırmacılar, insan hakları mücadelecileriydi… Ne yazık ki baskı çok uzundur devam ediyor. Şimdiki hükümet demokratikleşme sözleriyle seçilmeyi başardı.
Neden üniversitelilere saldırıyor? Sizin başınıza gelenler güncel durumun habercisi miydi?
Türkiye’de iktidar daima korku üzerinden işler ve nesnel fikriyatı kabul etmez. Erdoğan’ın hükümeti de buna dahil. Türk devleti sivil toplumun kuvvetlenmesini kabullenmez. Açıktan tartışma yürütmek isteyen sendikalar, entelektüeller, gazeteciler, mücadeleciler daima ilk kurbanlardır. Daima direnenler mağdur olurlar. İktidarı isteyen bütün gruplar özgürlükten korkarlar. Tehlikeli olan da budur. Benim tutuklanmamdan beri hiçbir şey değişmedi. Baskıcı sistem devam ediyor ve yeni oyuncularla kendini tazeliyor.
Batılılar nasıl karşılık vermeli? Şimdiye kadar verilen tepkiler hadiselerin boyutuna karşılık gelir nitelikte ve nicelikte mi?
İdam cezasının yeniden gündeme getirilmesine karşı Avrupa Birliği’nden sağlam bir tepki geldi, bu çok iyi. Tarih gösterdi ki uluslararası siyasi kurumlar her şeyden evvel, halklardan ziyade kendi ekonomik ve stratejik çıkarlarını destekler. Medyaya, birliklere ve sendikalara dayanışma göstermeleri açısından daha fazla güveniyorum. Ancak bunlar sayesinde kurumlar konumlarını belirleyeceklerdir. Türkiye’deki toplumsal mücadeleleri desteklemek için uluslararası dayanışmaya ihtiyacımız var.
Azınlıkların yeniden günah keçisi olarak kullanılacaklarından endişe duymalı mıyız?
Tersini ummalı ve durumların değişmesini ümit etmeli. Ortaya çıkan toplumsal mücadelelere güvenim var. Feminist, Ermeni, Kürt mücadeleleri bana umut veriyor. Fakat militarist ve ulusalcı ataerkil söylem dirençli ve tehlike devam ediyor. Toplumsal mücadelelerin kuvvetlenmesi ve daha demokratik bir sistem için mücadeleye devam etmesi gerekiyor. Rejimin şiddetsizce dönüşümü için, farklı ülkelerin yurttaşlarını bu mücadelecilerle dayanışmaya çağırıyorum.
Üniversitelerin tasfiye edilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir başkaldırı olabileceğini düşünür müsünüz?
Bu durumu çok endişe verici buluyorum. Sorun demokratik bir adalet sistemi olmaması. İktidardakiler kurumları kendi çıkarları doğrultusunda kullanıyorlar. Fakat üniversiteler bu tasfiyeyle ilgili olarak endişe duyulması gereken tek yer değil. Gazeteciler, memurlar da tehlikede. Buna karşı bir ayaklanma olacağını düşünmüyorum çünkü yükselen toplumsal hareketler artık kendilerini korumayı öğrendi. Kendilerini korumak ve mücadeleye devam etmek için farklı yöntemler geliştirdiler.
[21 Temmuz tarihli Le Monde’daki Fransızca orjinalinden Canan Coşkan tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]