Savaş ve sivil zayiat: “Kabul edilebilir” sayıda insan katletmek! – Işın Eliçin

“Ölenlerin sayısı askerî hedefin önemiyle orantısız olmadığı ve hasarı önlemek ya da en aza indirgemek için önlem alındığı sürece, makul oranda sivil ölümü tolere edilebilir”

23 Nisan 2022
Rus Ordusu’nun Ukrayna’nın başkenti Kiev yakınlarındaki Buça’dan çekilmesinin ardından ortaya çıkan dehşet manzarası, dünya kamuoyunun dikkatini -geçici de olsa yine- savaşı kimin kazanacağı yerine sivil ölümlerine yöneltmiş görünüyor.

Rusya doğal olarak, Buça ve diğer yerleşimlerde yüzlerce sivili kasıtlı olarak öldürdüğü iddiasıyla ilgili Birleşmiş Milletler tarafından uluslararası bağımsız soruşturma açılmasına itiraz edeceğini duyurdu. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin veto yetkisine sahip daimi üyelerinden Moskova, bu yöndeki soruşturmayı engelleyebilir.

Aslında iddiaları soruşturabilecek uluslararası bir merci var: Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM). Bu kuruluşu düzenleyen Roma Statüsü’ne taraf 39 ülke, İngiltere’nin inisiyatifi ile mart başında bu yönde bir başvuruyu yaptı bile. UCM Başsavcılığı da, Ukrayna’da (Donbas bölgesinde) çatışmaların başladığı 2013’ten bu yana işlenen savaş suçlarına ilişkin kanıt toplamak üzere harekete geçmiş durumda. Ancak Rusya açısından UCM “tarafsız” değil. Üstelik ne Rusya ne de Ukrayna UCM’nin yetkisini tanıyor. Dolayısıyla etkin bir soruşturma ve yargılama pek mümkün görünmüyor. Bu nedenle İngiltere’nin eski başbakanlarından Gordon Brown öncülüğünde bir grup, Naziler için kurulan Nürnberg’tekine benzer bir özel mahkemenin Putin yönetimi için de kurulmasını sağlayacak koşullar için lobi yapmaya başladı.

Bu çabalardan sonuç beklemek gerçekçi mi? Medyascope yazarı ve yorumcusu, uluslararası ilişkiler uzmanı Prof. Serhat Güvenç’e hafta başında sormuştum; “Ancak yenilenler yargılanabiliyor ya da siyasi ömrünü tamamlayanlar. Rusya henüz bu durumda değil” diye yanıtlamıştı. Sonra şöyle devam etmişti Güvenç: “Dünyanın Batı emperyalizmden cefa çekmiş taraflarında yaşayan insanlar Rusya’ya sempati duyuyor; çünkü Rusya onlar adına geçmişin hesabını görmüş oluyor. Onlar açısından SSCB’den ve Rusya’dan çekmiş olan ulusların meselesi öncelikli değil. Öte yandan hem Rusya hakimiyeti görmüş hem de SSCB yönetiminde yaşamış ülkelerin halkları ise Rusya’yı şeytanlaştırmaya yakın. Böylece Ukrayna savaşına baktığımızda dünyanın ikiye bölünmüş olduğunu görüyoruz. Bir taraf Rusya’nın haklı olduğunu düşünüyor; çünkü Rusya onlara eziyet etmiş olan Batı’ya karşı bir mücadele ortaya koyuyor. Diğer taraf açısından ise Ukrayna sadece kendisi için değil onlar adına da Rusya’ya karşı savaşıyor. Savaşa bakışımızı puslandıran işte bu tarihsel kambur, ortaya ortak insani bir yaklaşım çıkmasına izin vermiyor. Ne savaş suçudur ne insanlık suçudur, kim yargılanmalıdır? Bu konuda mutabakat oluşturabilecek bir uluslararası toplum -adı hariç- bugün artık yok maalesef”.

Uluslararası toplumu Birleşmiş Milletler sözleşmesi etrafında bir arada tutan harç, barış vaadiydi. Oysa bugün dünyanın dört bir yanında biteviye, kesintisiz savaş var. Karar alma süreçlerine nadiren dahil olduğumuz bu savaşlara taraf olmaya zorlanarak kutuplaşıyor, kutuplaştıkça yeni savaş kararlarına yol veriyoruz. Artık “savaşa hayır” demenin, savaş karşıtı olmanın suç sayıldığı zamanlarda yaşıyoruz.

1. Dünya Savaşı’nda ölen askerlerin sayısı 9 milyon 700 bin civarında; sivillerin sayısı ise en az 10 milyon civarında hesaplanıyor. Yani ölen her bir askere karşılık en az bir sivil hayatını kaybetmiş. 2. Dünya Savaşı’nda toplam kayıpların içinde ölen sivillerin oranı yüzde 67’ye yükseliyor. Artık savaşlarda ölenlerin yüzde 90’ı sivil; yani bir askere karşılık 9 sivil hayatını kaybediyor*. Uluslararası hukuk, savaş ve çatışmalarda sivillerin öldürülmesini değil, sadece doğrudan hedef alınmasını yasaklıyor. Şöyle formüle edilmiş kural: “Ölenlerin sayısı askerî hedefin önemiyle orantısız olmadığı ve hasarı önlemek ya da en aza indirgemek için önlem alındığı sürece, makul oranda sivil ölümü tolere edilebilir”. İngilizce’de “collateral damage” olarak geçen, Türkçe’de ise “sivil zaiyat/kayıp” olarak bildiğimiz kavramla işaret edilen kuraldan bahsediyorum.

Orantılılık kuralı da denen “collateral damage”, savaş zamanlarında sivillere koruma sağlama ve iç içe geçtiği durumlarda askerî ve sivil hedefler arasında ayrım yaparken gözetilecek ilkeye referans oluşturma amacı güdüyor. Tabii son derece muğlak: Orantısızlığın ölçüsü ne? Kim, neye göre karar veriyor? Hangi hedef için kaç sivilin ölmesi orantılı sayılacak? Ne kadar hasar en aza indirgenmiş sayılacak? Aşağıda, daha önce bir başka yazıda kullandığım, düzenli ordular için kararın kim tarafından nasıl verildiğine dair fikir verecek bir örneği paylaştım. O örneğin de işaret ettiği gibi, günümüz savaşlarında bu kuralın güdülen amaca hizmet etmesi mümkün değil.

Aksine savaş ve çatışma kaynaklı sivil ölümleriyle ilgili yapılan çok sayıda çalışma da gösteriyor ki “collateral damage” kuralı, sivil ölümlerini engellemek şöyle dursun, azaltmıyor bile. Tersine, savaşı mantıklı kuralları olan centilmence bir müsabaka gibi, sivil ölümlerini de teknik bir detay olarak gösteriyor. Savaşları “haklı” ve “haksız”, ölen sivil sayısını ise “orantılı” veya “orantısız” olarak kategorize etmek; aslında şiddetin, katliamın “makul” bir dozu olduğunu kabul etmek ve sonunda savaşı normalize etmek demek.

“Makul denge“

Hatırlar mısınız, 2003’te Irak’ın işgalini haber kanallarında canlı yayında izlerken, simültane tercümanların en çok kullandığı sözcükler arasındaydı “sivil zaiyat”. ABD, dünya kamuoyunun büyük bölümünün rıza vermemesine, haftalarca aylarca protesto etmesine rağmen “gönüllü ülkeler koalisyonu” eşliğinde Irak’a saldırıp işgal ettikten sonra bu orantılılık kuralının ihlal edilip edilmediğine dair gazetecilerce çok sorgulandı. Yetkililer gözün gördüğü yıkımı ya inkar etti ya da neden “kural ihlali olmayacağına dair” gerekçeler uydurdu. Amerikan ordusu, belirlediği bir askerî hedef için ortalama kaç sivilin ölümünü tali sayıyor? Güncel rakamları bilmiyoruz. Sayı, hedefin önemine göre değişiyor olmalı. ABD Savunma Bakanlığı Pentagon’un 2003’te “şok ve dehşet” operasyonu adını verdiği Bağdat’a yönelik ilk saldırı için belirlediği sınırı ise, 2008’de bizzat dönemin hava saldırıları için hedef belirleyen ekibin başkanı Marc Garlasco’dan öğrenme imkanı bulduk. CBS televizyonunun 60 dakika programı için verdiği mülakatta şöyle vermişti rakamı: “Amacımız Baas rejiminin önde gelenlerini uçaklarla ile havadan bombalayarak en kısa sürede etkisiz hale getirip, Bağdat’a mümkün olduğunca az kayıpla girmekti. Planlamanın en zorlu aşaması, belirlenen hedefin askerî değeri ile bombardıman sırasında ölebilecek sivillerin sayısı arasında ‘makul’ dengeyi tutturmaktı. Biz bu sayıyı 29 olarak belirledik. Yani hedef başına 29 sivile kadar öldürmek serbestti ama, zayiat hesabının sonucu 30 ya da fazla ise ‘vur emri’ için mutlaka ya Savunma Bakanı Rumsfeld’den ya da doğrudan Başkan Bush’tan onay almak gerekiyordu”.

*Bu oran 1996’daki BM İnsani Gelişim Raporu’ndan. Aradan geçen 16 yılda askerî kayıpları azaltırken, siviller konusundaki hassasiyeti son derece tartışmalı Silahlı İnsansız Hava Araçları (SİHA) gibi yeni nesil silahların kullanılmaya başlandığını; terörle savaş adı altında yürütülen operasyonların yaygınlaştığını; Irak’ta, Suriye’de, Afganistan’da, Yemen’de, Filistin’de, Libya’da ve dünyanın daha pek çok ülkesinde pek azı nihayet bulan savaşların olduğunu gözönüne alarak; sivil kayıp oranının çok daha yükselmiş olabileceğini düşünmekte fayda var.

Kaynak: medyascope

PAYLAŞ.
VicdaniRet.org