Sur, Silopi, Cizre, Nusaybin: Evrensel hukuka göre durum ne?
24 Aralık 2015 00:00
Türkiye bir iç çatışma yaşıyor. Bu çatışma sivil, asker, kadın, çocuk ayrımı gözetmeyen ve giderek şiddetlenen, hiçbir kural tanımayan bir öldürme çılgınlığına dönüşmeye başladı. Oysa bu tür durumlara uygulanacak hukuk kuralları var. Devletler ve savaşan taraflar bu kurallara uymak zorunda. Amaç, savaşı birtakım kurallara bağlamak, özellikle sivilleri korumak ve savaştan kurtarılabilecekleri kurtarmak. Bu kurallar hem insani hukuk yani savaş hukuku, hem de insan hakları hukukundan kaynaklanıyor.
İnsani hukuk bakımından, ülke içindeki silahlı çatışmalar, 1949 Cenevre Protokollerine ek 1977 tarihli 2 no.lu ek protokol ile düzenleniyor. Birinci maddesine göre 2 no.lu ek protokol “devletin silahlı güçleri ile muhalif ya da başka, örgütlü ve sorumlu bir kumanda altındaki silahlı güçler arasındaki silahlı çatışmaları” düzenler. Protokol çatışmanın tarafları bakımından somut yükümlülükler içeriyor. Bunlar arasında, sivillerin korunması, kültürel varlıkların ve kutsal mekanların korunması, işkence ve insan onuruyla bağdaşmayan muamelelerin yasaklanması gibi hususlar yer alıyor.
Öte yandan insan hakları hukuku da iç silahlı çatışmalarda geçerliliğini koruyor. Buna göre, her şeyden önce devletin zorunluluk olmadıkça adam öldürmeme yükümlülüğü var. Silah kullanmayı haklı gösteren nedenler olsa bile, devlet güçlerinin elde edilmek istenen amaçla orantılı bir biçimde silah kullanmaları gerekir. Örneğin, Rusya’nın Çeçenistan’da sivillerin ölümüne yol açan ağır silahlar kullanmasıyla ilgili davada (Iseyeva/Rusya 2005) AİHM, devlet güçlerinin sivillerin de bulunduğu bir bölgeye, sivilleri boşaltmadan ağır silahlarla ateş açmasını yaşam hakkının ihlali olarak değerlendirmişti.Bunun yanında devletin sivilleri koruyacak önlemleri alma, suç işleyen görevlilerle ilgili etkili bir soruşturma yaparak onlrın cezalandırılmasını sağlamak gibi yaşam hakkına ilişkin yükümlülükleri bulunmakta.
Bu bağlamda güneydoğuda pek çok yerde ilan edilen sokağa çıkma yasağı üzerinde durmak gerekir. Valiliklerin talimatıyla uygulanan sokağa çıkma yasakları kişi özgürlülüğünün sınırlandırılması kapsamına girer. Tıpkı tutuklama gibi. Guzzardi/İtalya (1980) davasında başvurucu, mafya etkinliklerine karıştığı için, yargı kararı ile, bir adada 2.5 km. karelik bir alanda ikamet zorunda bırakılmıştı. AİHM, bu zorunlu ikametin Sözleşme’nin kişi özgürlüğüne ilişkin maddesini ihlal ettiği sonuçuna vardı. Özgürlükten yoksun bırakmanın hukuka uygun olabilmesi için, her şeyden önce bunun iç hukukta bir yasal dayanağının bulunması gerekir. Oysa, güneydoğudaki sokağa çıkma yasaklarının hiçbir yasal dayanağı bulunmamakta. Sokağa çıkma yasağı ancak ancak olağanüstü hal ya da sıkı yönetim ilanıyla getirilebilir. Bunun için, Anayasa gereğince, Bakanlar Kurulu kararı gerekir. Bu olmadan Valinin talimatıyla sokağa çıkma yasağı öngörülmesi hem Anayasa’nın 19 maddesine, hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5 maddesine aykırı. Hukuk devleti olmak savaşta bile hukuka uygun davranmayı gerektirir. Ancak AKP iktidarı hukuk devleti olmaktan çoktan vazgeçtiğinden böyle bir kaygı taşımıyor.
Güneydoğudaki çatışmanın içinde bulunduğumuz aşamasında yapılması gerekli en önemli şey, karşılıklı öldürme sarmalını sona erdirmek. Geçmişte yapılan yanlışlarla savaşı haklı göstermek noktasından uzaklaştık. Savaş hepimizin geleceğini tahrip ediyor. “Keşke iktidar görüşme masasını devirmeseydi. Keşke tek yanlı özerklik ilan edilmeseydi, hendekler kazılmasaydı” demek için artık çok geç. Şimdi geleceği kurtarmaya çalışmalıyız.
Savaş tırmandıkça toplumda kin, nefret, öfke duyguları yaygınlaşıyor. Her iki yana da milliyetçi söylemler egemen oluyor. Giderek birlikte yaşamayı sağlayacak ortak bir zemin bulmaktan uzaklaşıyoruz. Savaş sürdükçe, Türkler ve Kürtler birbirlerine “öteki”leşiyorlar. Ötekileşme, toplumsal dışlama mekanizmalarını da beraberinde getiriyor. Kürtler devlete karşı, ulusal bütünlüğe karşı bir tehdit olarak görülüyor.
Bunun sonucu olarak, kendilerine Esedullah timleri adını veren devlet görevlileri bölgede dehşet saçabiliyor. Duvarlara “Türk isen övün, değil isen itaat et” gibi yazılar yazılabiliyor. Tanklar, kendi vatandaşlarının oturduğu evleri bombalıyor. Hukuka aykırı bir biçimde ilan edilen sokağa çıkma yasakları halkı susuz susuz, ekmeksiz, ilaçsız, doktorsuz bırakıyor. Bu çileye dayanamayanlar göç etmek zorunda kalıyorlar. Güneydoğuda kentler boşalıyor. Bütün bunlar kamu düzeni adına yapılıyor. Ancak düzenin ne olacağına karar veren, başka düzen taleplerini reddeden,herkesi kendi belirlediği düzende yaşamak zorunda bırakan da bu hükümet. Türkiye’de bu iktidarın kurduğu düzenin demokratik bir düzen olmadığını Türkiye’de yaşayanlar kadar bütün dünya görüyor.
İktidarın bazan doğrudan, bazan dolaylı olarak dile getirdiği “Önce terörün belini kıralım, sonra çözüm sürecini buzdolabından çıkarırız” görüşü iki bakımdan yanlış. Bir kere ancak bir ateş kesin sağlanmasıyla bir barişçı çözüm umudu doğabilir. İkincisi, çözüm süreci iktidarın istediği zaman buzdolabına koyacağı, istediği zaman çıkaracağı bir şey değil. Şiddet sarmalı arttıkça bir çözüm zemini ortadan kalkıyor. Buzdolabını açtığınızda orada hiçbir şey bulamayabilirsiniz.
Güneydoğudan gelen şehit haberleri, sadece aileleri değil, hepimizin yüreğini yakıyor. Ancak unutmamak gerekir ki, ölümler Türk toplumu kadar Kürt toplumunu da etkiliyor. Her akşam televizyonlarda yüzsüz rakamlar olarak izlediğimiz “etkisiz hale getirilen”lerin de aileleri, eş-dostları, sevdikleri var. O ailelerin yasları da şehit ailelerinin yasları kadar gerçek.
İçinde yaşadığımız bu şiddet sarmalından çıkmak çıkmak için, çok geç olmadan bütün ülkeyi içine alan bir barış hareketine ve bu hareketi siyasal düzeyde destekleyen partilere gereksinme var. Bu barış hareketinin aynı zamanda bir birlikte yaşama projesini ortaya çıkarması önemli. Bu projenin Meclis’e taşınması, yeni bir anayasa çerçevesinde ele alınması yönünde çaba gösterilmesi gerekli. Bu ise barış isteyenlerin, savaş isteyenlerden daha çok ve daha güçlü olmalarına bağlı.